İstanbul Tarihi

Fetihten Önce İstanbul

Tarih Öncesi Dönem

İstanbul'un tarihi 300 bin yıl önceye kadar uzanır. Küçükçekmece gölü kenarında bulunan Yarımburgaz mağarasında yapılan kazılarda insan kültürüne ait ilk izlere rastlanmıştır. Bu dönemde gölün çevresinde Neolitik ve Kalkolitik insanların yasadığı sanılmaktadır. Çeşitli dönemlerde yapılan kazılarda, Dudullu yakınlarında Alt Paleolitik Çağ'a, Ağaçlı yakınlarında ise, Orta Paleolitik Çağ ile Üst Paleolitik Çağ'a özgü aletlere rastlanmıştır. 5000 yıllarından itibaren başta Kadıköy Fikirtepe olmak üzere Çatalca, Dudullu, Ümraniye, Pendik, Davutpaşa, Kilyos ve Ambarlı'da yoğun bir yerleşimin başladığı sanılmaktadır. Ama bugünkü İstanbul'un temelleri M.Ö. 7. yüzyılda atılmıştır. M.S. 4. Yüzyılda İmparator Constantin tarafından yeniden inşa edilip, başkent yapılmış; o günden sonra da yaklaşık 16 asır boyunca Roma, Bizans ve Osmanlı dönemlerinde başkentlik sıfatını sürdürmüştür. Aynı zamanda, İmparator Constantis ile birlikte Hristiyanlığın merkezlerinden biri olan İstanbul, 1453'te Osmanlılar tarafından fethedildikten sonra Müslümanların en önemli kentlerinden biri sayılmıştır.


Bizans Dönemi (M.O. 660 - M.S. 324)

Yunanistan'dan gelen Megaralılar M.Ö. 680'lerde Marmara Denizi'ni geçerek İstanbul'a ulaştılar ve bugünkü Kadıköy'de Halkedon adını verdikleri bir kent kurdular. "Körler Ülkesi" olarak da anılan Halkedon'un halkı tarımla uğraşıyordu. M.Ö. 660'larda da Trak kökenli komutanları Bizans önderliğinde yola çıkan Mega'lıların diğer bir kolu bugünkü Sarayburnu'nun olduğu yerde başka bir kent daha kurdu. Efsaneye göre Delfi Tapınağı'ndaki kahinin öğüdüne uyarak burayı seçen Megaralılar, komutanlarının adından hareketle, kente "Bizantion" adını verdiler. Bu yörede Megaralılardan önce de bazı Trak toplulukları yaşadığı bilindiği için Megaralılarla yerli halkın kaynaşmış oldukları sanılmaktadır. Pek çok istilalara uğrayan Bizantion, M.Ö. 269'da Bithynıalılar tarafından yağmalanarak ele geçirildi. M.Ö. 202'de Makedonyalıların tehdidinden korkarak, Bizantion Roma'dan yardım isteğinde bulundu. Bu dönemden itibaren kentte Roma İmparatorluğu'nun etkisi başlamış ve M.Ö 146'da kent Roma'nın egemenliğine girmiştir. Önceleri idari olarak varlığını sürdüren kent, daha sonra Bitinya-Pontus eyaletinin bir parçası haline gelmiştir. Böylece 700 yıllık kent devleti statüsü sona ermiştir. 73 yılında Bizantion Roma'nın Bithynia-Pontus eyaletine bağlandı. İmparator Vespasianus kentin gelişimine katkıda bulundu. 193 yılına gelindiğinde, Roma İmparatoru Septimus Severus, Partlar'in tarafını tutan Bizantion'u kuşatarak kenti yağmalayıp, surları da yıktırdı. Daha sonra ise surları yeniden inşa ettirip, kenti imar etti. Yeni binalarla sokakları düzenledi. Hipodrom inşaatını başlattı. 269'da kent bu defa Gotlar'ın saldırısına uğradı. Zafer kazanan Gotlar, deniz kıyısına yakın bir yere sütunlarını diktiler. M.S. 313'de Nicomedialılar kenti ele geçirdiler. I. Constantinus, Nicomedialilar'la yaptığı savası kazanarak kenti geri aldı.



Roma İmparatorluğu Dönemi (324 - 395)

Bizantion Roma'nın doğusunun yönetim merkezi olarak seçildi. Bu yeni konumu, kentin dünya kültürü ve siyaseti içindeki önemli rolünü de belirledi. I. Constantinus (324-337), Romalı soyluları Bizantion'a çağırarak kentin Romalı nüfusunu artırdı. Yeni başkentin konumuna yakışır bir imar hamlesi başlatıldı. Limanlar ve su tesisleri yeniden düzenlendi. Kent içi su dağıtım sistemlerinin temelleri atıldı. Savunma için yeni bir sur yaptırıldı. Septimus Severius'un başlattığı hipodrom inşaatı tamamlandı. 100 bin kişilik hipodromun genişliği 117, uzunluğu ise 480 metreydi. Hipodrom duvarlarinın üzeri çok sayıda heykelle süslüydü. En önemlisi de at heykelleriydi. Kentin Latinler tarafından istila edilmesiyle bu at heykelleri Venedik'e, San Marco Meydanı'na taşındı. Hipodrom'daki (Sultanahmet Meydanı) imparatorluk sarayı (Sultanahmet Camisi'nin bulunduğu alan) ve anıtsal ibadethaneler, akropolis (Topkapi Sarayı'nın bulunduğu yer) yapıldı. Önceleri Nea (Yeni) Roma adı ile anılan kenti, I. Constantinus kendi adıyla özdeşleştirdi. 11 Mayıs 330 tarihinde kentin adı Constantinopolis olarak ilan edildi. Önce Aya İrini, ardından 360 yılında da Ayasofya kiliselerini yaptıran I. Constantinus, kenti Hıristiyan dünyası için önemli bir merkez haline getirdi.



Bizans İmparatorluğu Dönemi (395 - 1204)

476'da Batı Roma'nın yıkılmasından sonra Doğu Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu'na dönüşmüş ve İstanbul da, bu yeni imparatorluğun başkenti haline gelmiştir. 6. yüzyılın ortaları, Bizans İmparatorluğu ve İstanbul için yeni bir yükseliş döneminin başlangıcıdır. İmparator I. Jüstinyen yönetimindeki bu dönemde daha önce tahrip edilmiş olan Ayasofya bugünkü haliyle yeniden inşa edilmiş, 543'lerde kentte görülen ve nüfusun yarısının ölümüne sebep olan veba salgınının izleri silinmiştir.

7, 8 ve 9. Yüzyıllar İstanbul için kuşatılma yılları oldu. Yedinci yüzyılda Sasaniler ve Avarlar'ın saldırısına uğrayan kenti, sekizinci yüzyılda Bulgarlar ve Müslüman Araplar dokuzuncu yüzyılda ise Ruslar ve Bulgarlar kuşattılar. 1204'de kent Haçlılar tarafından ele geçirildi ve yağmalandı. Bu işgal ve yağma sonrasında ortaçağın en büyük kenti 40-50.000 nüfuslu, yoksul ve harabe bir kente dönüştü.



Latin İstilası (1204 – 1261)

İstanbul, Haçlılarla ilk olarak 1096’da tanıştı. İmparaator Aleksios 1071’de Malazgirt’te kaybedilen toprakları alabileceğini umarak bu ilk Haçlıların gelmesine sevindi. Sözde, Müslümanlardan alınan topraklar Bizans’a verilecek, Bizans da Haçlıları destekleyecekti. Ama Haçlılar buna uymadılar ve 1099’da Kudüs Latin Krallığı’nı kurdular. İstanbul halkı Haçlıları hiç sevmedi ve sürekli tepki gösterdi. Bu arada Haçlı seferleri devam etti ve dördüncü sefer, İstanbul’un işgali ve paylaşılması ile sonuçlandı.

O dönemde Bizans’ta bir taht kavgası yaşanmaktaydı. Bunu fırsat bilen Haçlılar, Venedikliler’in de yardımıyla Haliç’e girdiler. Saldırı 9 Nisan’da başladı ve 13 Nisan 1204’de şehir ele geçirildi. Üç gün boyunca benzeri görülmemiş bir barbarlıkla İstanbul yağmalandı ve insanlar katledildi. Ayasofya’da dahil olmak üzere bütün anıtsal yapılar tahrip edildi, yüzlerce yıllık yazma kitaplar yakıldı. Birçok değerli Bizans eseri Avrupa’ya taşındı. Bu üç günün sonunda yağma düzenli hale getirildi ve Bizans, Haçlılarla Venedikliler arasında paylaşılarak bir Latin İmparatorluğu kuruldu.

Bu dönemden sonra İstanbul sürekli küçülmeye ve fakirleşmeye başladı. Şehrin soylu ve zenginleri İznik’e göç etti. Latin İmparatorluğu sadece İstanbul ve yöresinde egemenlik kurabildi. İznik (Nikia), Trabzon ve Yunanistan’daki Epiros’ta bir Bizans muhalefeti gelişti. 1254 yılına gelindiğinde Latin İmparatorluğu çepeçevre kuşatılmıştı. Bu esnada İstanbul çok fakirleşmiş, hatta Latin İmparatoru II. Baudouin ısınmak için sarayının ahşap bölümlerini yakacak olarak kullanmaya başlamıştı. Nihayet 1261 yılında Palailogos Hanedanı İstanbul’u tekrar ele geçirdi ve böylece İstanbul’daki Latin dönemi sona erdi.



İkinci Bizans Dönemi (1261 – 1453)

İstanbul’da ikinci Bizans Dönemi, Palailogos Hanedanı’nın 1261 yılında İstanbul’u Latinlerden geri almasıyla başlar. Ama bu dönem boyunca, İstanbul eski önem ve özelliğini bir daha kazanamayacaktır. Latinler tarafından bütün zenginlikleri talan edilen kent, bu süreç içerisinde bir ticaret merkezi olma vasfını da tamamen kaybetmişti. Bu durumun olumsuz etkileri İkinci Bizans Dönemi boyunca devam edecek ve bütün ticari üstünlüklerini tamamıyla Galata’ya kaptıran İstanbul, etrafı surlarla çevrili bir tarım kenti haline dönüşecektir. Bu dönem boyunca elde ettiği imtiyazlar sayesinde, Galata İstanbul’dan daha önemli bir kent haline gelmiştir.

İkinci Bizans Dönemi’nde İstanbul için olumlu bir gelişme, mezhep çatışmalarının durulmasıdır. Bu dönem içerisinde İstanbul tartışmasız bir biçimde Ortodoks Hıristiyanlığı’nın merkezi durumuna gelmiş, yine bu dönemde Bizans sanatı en olgun dönemini yaşamıştır. O yıllarda Kariye (Khore) Kilisesi’ne yapılan mozaikler Bizans sanatının zirvesi olarak kabul edilmektedir.

İkinci Bizans Dönemi aynı zamanda, İstanbul’un Osmanlılar tarafından gittikçe daralan bir çembere alınması ve yavaş yavaş fethedilmesi sürecidir. Bizans 1373’ten itibaren İstanbul Osmanlı’ya haraç ödemeye başladı. 1393 yılında Sultan Yıldırım Beyazıd, 1422’de Sultan II. Murad İstanbul’u kuşattı, ama başarılı olamadılar. Orhan Gazi’den itibaren Boğaz’ın Anadolu yakası Osmanlı’nın eline geçti. Aynı şekilde, 15. yüzyılda bir kaç önemsiz kasaba hariç bütün Trakya da fethedilmiş bulunuyordu.

Bu nedenle 15. yüzyılda Bizans İmparatorları Katolik Roma’dan sürekli yardım taleplerinde bulunmak zorunda kaldılar. Fakat Papalık, otoritesi altında birleşmesini şart koşuyordu. Bizans 1452'de bu talebe boyun eğmek zorunda kaldı. Bu birleşmenin İstanbul’da Ayasofya’da kutlanmak istenmesi çok sert tepkilere ve protestolara neden oldu. 1453 Mayıs’ında İstanbul’un fethedilmesiyle Bizans İmparatorluğu tarihe karıştı. Fakat İstanbul için yeni ve parlak bir dönem başlıyordu.



Fetih ve İstanbul

Müslüman Arapların Kuşatmaları

İstanbul, Müslümanların sefer tarihlerinin başlarından itibaren kutsal bir hedef olagelmiştir. Önce Müslüman Araplar, ardından da Müslüman Türkler yüzlerce yıl boyunca İstanbul’a seferler düzenlemişler, bunların bir kısmında şehri kuşatmışlardır. İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in, Kostantiniye’nin fethine yönelik ve şehri fethedecek komutan ile askerlerin övüldüğü hadiseleri, bu seferlerin düzenlenmesini teşvik eden sebeplerin başında gelmiştir.

Müslümanların İstanbul’u hedefleyen ilk seferi Hz. Osman’ın hilafeti döneminde gerçekleşmiştir. Dönemin Suriye Valisi Hz. Muaviye, İstanbul’u hedef alan ilk deniz seferini hazırlamıştır. Bu donanmanın 655’de Bizans deniz kuvvetlerini Fenike kıyılarında yok etmesi ile Müslümanlara deniz yolu açılmıştır.

Müslümanların ilk İstanbul kuşatması ise, 668’de Hz. Muaviye‘nin Emevi Halifesi olduğu dönemde gerçekleşti. Kadıköy önünde konaklayan ordu kuşatmayı 669’un baharına kadar sürdürdüyse de şehri ele geçiremedi. Ordu salgın hastalıklardan büyük kayıplar vermesi nedeniyle geri dönmek zorunda kaldı. İlerlemiş yaşına karşı sefere katılan Hz. Muhammed’in Bayraktarı Hz. Ebu Eyyub El-Ensari bu kuşatma sırasında şehit düştü ve surların dibinde toprağa verildi. Bu seferden sonra, Hz. Muaviye’nin 673’de gönderdiği yeni donanma 674’de Marmara'ya girdi. Ancak, 7 yıl süren kuşatma başarıya ulaşamadı.

Ağustos 7-16-Eylül 717’deki Mesleme bin Abdü’l-Melik komutasındaki kuşatma da başarısızlıkla sonuçlandı. İstanbul önlerindeki ordu, bir yandan hava koşulları, açlık ve hastalıklar, öte yandan Bulgar çetelerinin saldırılarıyla çok kayıp verdi. Bazı kaynaklara göre bu kuşatma sırasında İmparator III. Leon, komutan Mesleme’nin isteği ile Müslüman esirlerin ibadeti için bir konağı mescide çevirmiş, kuşatmanın kaldırılmasından sonra da Mesleme’ye kenti gezdirmiştir.

Arapların son kuşatması 781-782 yıllarında Abbasi Sultanı el-Mehdi’nin oğlu Harun komutasındaki ordu tarafından gerçekleştirildi. Harun Bizans ordusunu İzmit’te yenerek Üsküdar’a kadar ilerledi ve şehri kuşattı. Kuşatma sonunda Bizans ile bir anlaşma imzalayarak döndü. Daha sonra Abbasi tahtına oturan Harun er-Reşid, “Er-Reşid” unvanını bu seferle almıştır. Müslüman Arapların bunlar dışında da İstanbul’a yönelik seferleri olmuştur. Ama daha sonraki bu seferlerin hiçbiri kuşatmayla sonuçlanmamıştır.


Osmanlıların İstanbul Kuşatmaları

Osmanlı Türkleri 14. yüzyıl boyunca Bizans ve İstanbul ile ilgilendiler. Fetihten çok önce bugünkü İstanbul metropolüne dahil olan yerleşim birimlerinin, Suriçi hariç tamamı Osmanlı toprağı haline gelmiştir. Yanı sıra Osmanlılar bütün bu dönem boyunca, Bizans’ın içişlerine de karıştılar ve iktidar mücadelelerine taraf oldular. Fetih’e kadar süren dönemde de sürekli İstanbul civarında manevralar yaptılar.
1340’da Osmanlı ordusu İstanbul kapılarına kadar ilerlediyse de bu bir kuşatmaya dönüşmedi. Sultan I. Murad’ın Çatalca’dan başlattığı sefer de Hıristiyan dünyasının oluşturduğu güçlü ittifakla durduruldu. İstanbul’un fethedilmesine yönelik ilk güçlü kuşatma Sultan Yıldırım Beyazıd tarafından yapıldı. İmparator ile yapılan anlaşma sonucu Yıldırım Beyazıd’ın kuvvetleri şehre giremedi.

Sultan Yıldırım Beyazıd, bundan sonra da İstanbul üzerindeki etkisini sürdürdü. İstanbul içinde bir Türk Mahallesi, cami ve Türklerin yargılanacağı bir mahkeme kurulmasını sağladı. Osmanlı’nın çıkarlarını gözeterek imparatorların tahta çıkmasında etkili oldu. Bu durum Türklerin ileride İstanbul’u fethetmesini etkileyen en önemli faktörlerdendir. Sultan Yıldırım Beyazıd’ın dönemindeki son kuşatma girişimi 1400’de yapıldı. Fakat Timur istilası bu hareketi yarıda bıraktırdı.

Sultan Yıldırım Beyazıd’in oğlu Musa Çelebi’nin1411’deki kuşatması da başarısızlıkla sonuçlandı. Osmanlı kuvvetlerinin başarılarından ürken İmparator, Musa Çelebi’nin Bursa’daki kardeşi Çelebi Mehmed’in desteğini alarak kuşatmanın kaldırılmasını sağladı. Daha sonra Osmanlı padişahı olan Çelebi Mehmed döneminde İstanbul’a sefer düzenlenmedi.

Fetihten önceki son kuşatma Sultan II. Murad zamanında gerçekleşti. Uzun bir hazırlık dönemine ve sağlam bir stratejiye dayanan bu kuşatma öncekilerden çok daha zorlu geçti. Kuşatma 15 Haziran 1422’de 10 bin akıncının, İstanbul’u taşraya bağlayan bütün yolları kesmeleriyle başladı. Dönemin en etkili manevi otoritelerinden olan Emir Sultan’ın da Bursa’dan gelerek yüzlerce dervişi ile birlikte orduya katılması askerin coşkusunu artırdı. 24 Ağustos’ta Emir Sultan’ında yer aldığı saldırı çok şiddetli oldu ise de şehrin alınmasına yetmedi. Bu kuşatma Sultan II. Murad’ın kardeşi Şehzade Mustafa’nın isyanı üstüne kaldırıldı. Artık İstanbul’un fethi Sultan Murat’ın oğluna kalmıştır.


İstanbul’un Fethi

Fetih öncesinde Bizans güçlü bir imparatorluk olmaktan çıkmıştı. İmparatorluk Konstantinopolis şehriyle sınırlı hale gelmişti, toprakları Konstantinopolis’ten başka Marmara kıyısındaki Silivri Kalesi, Vize ve Misivri gibi küçük kasabalardan ibaretti. Buralar da Osmanlılar tarafından çepeçevre kuşatılmıştı. Surdışındaki küçük Bizans kasabalarının Osmanlı sınırlarına katılmamış olması ise direnmelerinden değil, buraların çok ciddiye alınmamasından ve hedefin önce Konstantinopolis olmasındandı. Kaldı ki son kuşatmaların başarısız olmasının sebebi ordu değil, daha çok Osmanlı’nın iç sorunlarıydı.

Bizans’ın gücü bu dönemde bir imparatorluk gücü değildi. Bizans imparatorları da artık Osmanlılara itaatini sunmuş ve her yıl düzenli haraç ödemeyi kabul etmişlerdi. Osmanlılar için artık karşılarında Bizans İmparatorları yerine kendilerine haraç veren küçük Tekfurlar vardı. Konstantinopolis de bir imparatorluk başkentinden ziyade dini bir merkezdi. Hıristiyan dünyasının İslam dinine ve Müslüman ordulara karşı en son ve en güçlü kalesiydi ve kesinlikle düşmemeliydi. Bu yüzden Papa önderliğinde bu kaleyi korumak için yeni Haçlı Seferleri örgütleniyordu.

Bu dönemde Osmanlı akınlarından ve kuşatmalarından bunalan Bizans’ın önemli sorunu, Hıristiyan dünyasındaki örgütlenmenin Ortodoks ve Katolik olarak ikiye ayrılmış olmasıydı. Bu ayrılık Hıristiyan Avrupa’nın Ortodoks Bizans’ı yeterince kollayamaması anlamına geliyordu. Bu ikiliği gidermek için çaresizlik içinde çırpınan İmparator ve Patrik, 1439’da Floransa Konsili’nde Katolik Kilisesi’ne boyun eğdi. Rum Ortodoks Kilisesi de Katolik Kilisesi’ne boyun eğdi. Rum Ortodoks Kilisesi ile Katolik Kilisesi kavgasında zoraki de olsa bir ittifak dönemi başladı. Böylece yüzyıllardır süren Ortodoks-Katolik çatışması, Osmanlı’nın baskısıyla kısa süreli de olsa donduruldu. Ancak bu anlaşma Konstantinopolis halkı tarafından hiç de hoş karşılanmadı ve Ayasofya’daki resmi kutlama törenleri halkın sert protestolarıyla karşılaştı. Bizans halkı Konstantinopolis’te Avrupalıyı görmek istemiyor, yeni bir Latin dönemi yaşamaktan korkuyordu.

Floransa Konsili’nde sağlanan birleşmeden sonra kurulan güçlü Haçlı Ordusu, Rumeli’yi 1443 ve 1444’de istila etti. Fakat 1444’de Osmanlı’nın kazandığı Varna Zaferi ile Haçlıların önünü kesti. Bu son savaş Konstantinopolis’in alınyazısını belirledi. Osmanlı’nın Anadolu’ya ve Rumeli’ye yayılan genç İmparatorluğu için Konstantinopolis’i fethetmek artık tersi düşünülemez bir mecburiyetti. İmparatorluk topraklarının tam kalbindeki bu yabancı unsur ortadan kaldırılmalıydı. Çünkü Anadolu’nun ve Rumeli’nin gerçek anlamda birbirine bağlanması Konstantinopolis’in fethiyle mümkündü.

İstanbul’un fetih hazırlıkları bir yıl önceden başlatıldı. Kuşatma için gerekli olan çok büyük toplar döktürüldü. 1452 yılında Boğaz'ın kontrolünü sağlamak için Rumeli Hisarı inşa edildi. 16 kadırgadan oluşan güçlü bir donanma oluşturuldu. Asker sayısı iki kat arttırıldı. Bizans’ın yardım almasını engellemek için yardım yolları kontrol altına alındı. Cenevizlilerin elinde bulunan Galata’nın da savaş esnasında tarafsız kalması sağlandı. 2 Nisan 1453 tarihinde ilk Osmanlı öncü kuvvetleri İstanbul önlerinde görüldü. Böylece kuşatma başladı.


Fethin kronolojisi:

6 Nisan 1453: Fatih Sultan Mehmed otağı Konstantinopolis önlerinde, St. Romanüs Kapısı (Şimdiki Topkapı) önüne kuruldu. Aynı gün şehir, Haliç’ten Marmara’ya kadar kuşatıldı.

6-7 Nisan 1453: İlk top atışları başladı. Edirnekapı yakınındaki surların bir kısmı yıkıldı.

9 Nisan 1453: Baltaoğlu Süleyman Bey Haliç’e girmek için ilk saldırıyı yaptı.
9-10 Nisan 1453: Boğaz’daki surların bir bölümü ele geçti. Baltaoğlu Süleyman Bey Prens adalarını ele geçirdi.

11 Nisan 1453: Büyük surlar dövülmeye başlandı. Yer yer gedikler açıldı. Sürekli dövülen surlarda tahribat önemli boyutlara ulaştı.

12 Nisan 1453: Donanma Haliç’i koruyan gemilere saldırdı, fakat Hıristiyan gemilerinin üstün gelmesi Osmanlı ordusunda moral bozukluğuna yol açtı. Fatih Sultan Mehmed’in emri üzerine havan topları ile Haliç’teki gemiler dövülmeye başlandı ve bir kadırga batırıldı.

18 Nisan 1453 Gecesi: Padişah, ilk büyük saldırı emrini verdi. Dört saat süren saldırı püskürtüldü.

20 Nisan 1453: Yardıma gelen erzak ve silah yüklü, üçü Papalığın, biri Bizans’ın dört savaş gemisiyle Osmanlı donaması arasında Yenikapı açıklarında bir deniz savaşı meydana geldi. Padişah bizzat kıyıya gelerek Baltaoğlu Süleyman Paşa’ya gemilerini her ne pahasına olursa olsun batırmasını emretti. Osmanlı donanması, sayıca üstünlüğüne rağmen, kendilerinden büyük ve yüksek olan düşman gemilerini engelleyemedi. Bu başarısızlık Osmanlı Ordusunda bir bozgun etkisi gösterdi. Asker orduyu terk etmeye başladı. Hemen sonra bu durumdan istifade etmek isteyen imparator bir barış önerisinde bulundu. Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın desteğiyle bu öneri reddedilerek, kuşatmaya ve surların büyük toplarla dövülmesine devam edildi.

Bütün bu bozgun havası içinde Fatih Sultan Mehmed’e şeyhi ve hocası Akşemseddin Hazretleri’nin fetih müjdesi mektubu geldi. Fatih Sultan Mehmed bu manevi desteğin de etkisiyle bir yandan saldırıyı şiddetlendirirken, öte yandan herkesi şaşırtan yeni girişimlerde bulundu. Dolmabahçe’de demirlenen donanma karadan Haliç’e indirilecekti!...

22 Nisan 1453: Sabahın erken saatlerinde Hıristiyanlar, Fatih Sultan Mehmed’in inanılmaz azminin Haliç sırtlarında, karada seyrettiği gemileri hayret ve korkuyla gördüler. Öküzlerle çekilen 70 kadar gemi yüzlerce gemi tarafından halatlarla dengeleniyor ve kızaklar üzerinde ilerliyordu. Öğleden sonra gemiler artık Haliç’e inmişlerdi. Türk donanmasının umulmadık biçimde Haliç’te görünmesi Bizans üzerinde büyük bir olumsuz tesir yaptı. Bui arada, Bizans kuvvetlerinin bir kısmı Haliç surlarını savunmaya başladığı için, kara surlarının savunması zayıfladı.

28 Nisan 1453: Haliç’teki gemi yakma girişimi yoğun top ateşiyle engellendi. Ayvansaray ile Sütlüce arasına köprü kuruldu ve buradan Haliç surları ateş altına alındı. Deniz boyu surlarında tamamı kuşatıldı. İmparatora Cenevizliler aracılığıyla koşulsuz teslim önerisi iletildi. Eğer teslim olunursa serbestçe istediği yere gidebilecek, halkın canı ve malı güvende olacaktı. İmparator bu teklifi kabul etmedi.

7 Mayıs 1453: 30 bin kişilik bir kuvvetle Bayrampaşa Deresi üzerindeki surlara yapılan 3 saatlik saldırı sonuca ulaşamadı.

12 Mayıs 1453: Tekfursarayı ile Edirnekapı arasında yapılan büyük saldırı püskürtüldü.

16 Mayıs 1453: Eğrikapı önüne kazılan lağımla Bizans’ın açtığı karşı lağım birleşti ve yeraltında şiddetli bir çarpışma oldu. Aynı gün Haliç’teki zincire yapılan saldırı da başarılı olamadı. Ertesi gün tekrar saldırıldı, yine sonuca ulaşılamadı.

18 Mayıs 1453: Hareketli ağaçtan bir kule ile Topkapı yönünden saldırıya geçildi. Şiddetli çarpışmalar akşama kadar sürdü. Bizanslılar gece kuleyi yaktılar, doldurulan hendekleri boşalttılar. Sonraki günlerde surların yoğun top ateşiyle dövülmesi sürdürüldü.

25 Mayıs 1453: Fatih Sultan Mehmed, İmparator’a İsfendiyar Beyoğlu İsmail Bey’i elçi göndererek son kez teslim olma teklifinde bulundu. Bu teklife göre imparator bütün malları ve hazinesiyle istediği yere gidebilecek, halktan isteyenlerde mallarını alıp gidebilecekler, kalanlar mal ve mülklerini koruyabileceklerdi. Bu teklif de reddedildi.

26 Mayıs 1453: Kuşatmanın kaldırılması, aksi durumda Macaristan’da Bizans lehine harekete geçmek zorunda kalacağı, ayrıca Batı devletlerinin gönderildiği büyük bir donanmanın yaklaşmakta olduğu gibi söylentilerin artması üzerine Fatih Sultan Mehmed Savaş Meclisini topladı. Bu toplantıda, baştan beri kuşatmaya karşı olan Çandarlı Halil Paşa ve taraftarları kuşatmayı kaldırılmasını savundular. Padişah ile birlikte lalası Zağanos Paşa, Hocası Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Hüsrev gibi zatlar buna şiddetle karşı çıktı. Saldırıya devam etme kararı alındı ve hazırlıkları yapma görevi Zağanos Paşa’ya verildi.

27 Mayıs 1453: Genel saldırı orduya duyuruldu.

28 Mayıs 1453: Ordu, gününü ertesi gün yapılacak saldırılara hazırlanmak ve dinlenmekle geçirildi. Orduda tam bir sessizlik hakimdi. Fatih Sultan Mehmed safları dolaşarak askeri yüreklendirdi. İstanbul’da ise bir dini ayin düzenlendi, imparator Ayasofya’da herkesi savunmaya davet etti. Bu tören Bizans’ın son töreni oldu.

29 Mayıs 1453: Birlikler hücum için savaş düzenine girdiler. Fatih Sultan Mehmed sabaha karşı savaş emrini verdi. Konstantinopolis cephesinde askerler savaş düzenini alırken halk kiliselere doluştu. Osmanlı ordusu karadan ve denizden tekbirlerle ve davul sesleri ile son büyük saldırıya geçtiler. İlk saldırıyı hafif piyade kuvvetleri yaptı, ardından Anadolu askerleri saldırıya geçti. Surdaki gedikten içeriye giren 300 kadar Anadolu askeri şehit olunca, ardından Yeniçeriler saldırıya geçtiler yanlarına kadar gelen Fatih Sultan Mehmed’in yüreklendirmesiyle göğüs göğüse çarpışmalar başladı. Surlara ilk Türk Bayrağı’nı diken Ulubatlı Hasan bu arada şehit oldu. Belgradkapı’dan Yeniçerilerin içeri girmesi ve Edirnekapı’daki son direnişçilerin arkadan kuşatılmaları üzerine Bizans savunması çöktü.

Askerleri tarafından yalnız bırakılan İmparator sokak çatışmaları sırasında öldürüldü. Her yandan kente giren Türkler Bizans savunmasını tümüyle kırdılar. Fatih Sultan Mehmed öğleye doğru Topkapı’dan şehre girdi, doğruca Ayasofya’ya girerek burayı camiye çevirdi. Böylece bir çağ açılıp, bir çağ kapandı.


Fethin Sonuçları

İstanbul’un fethinin Türk, İslam ve dünya açısından önemli ve tarihin akışına yön verecek olan sonuçları vardır. Bu nedenle birçok tarihçi İstanbul’un fethiyle Ortaçağ’ın sona erdiğini kabul eder.

Fetihle birlikte Osmanlılar, Anadolu’da kurulmuş bulunan çok sayıdaki Türk beyliğine karşı üstünlüğünü pekiştirmiş bulunuyordu. Bu nedenle İstanbul’un Fethi, Anadolu’daki Türk birliğinin sağlanmasında önemli bir etkendir. Osmanlıların sadece Anadolu’daki Türklerin değil, aynı zamanda bütün İslam ümmetinin lideri olması süreci de fetihten sonra başlar. Böylece Osmanlı Beyliği bir dünya devleti haline gelecektir.

Fetihten sonra, Osmanlı liderliğindeki İslam, dünya politikasının temel dinamiklerinden biri olmuştur. O dönemde Eski Dünya’da yaşanan bütün uluslararası olaylarda Müslümanların belirleyici bir rolü vardır.

Avrupa Hıristiyanlığı yaklaşık üç asır boyunca Haçlı Seferleri ile İslamiyet’i Ön-Asya’dan çıkarmaya çalışmıştı. Bu mücadelede İstanbul Haçlılar için bir sınır karakolu işlevi görüyordu. İstanbul’un fethinden sonra Ön-Asya’daki İslam egemenliği Hıristiyan dünyasınca kesin olarak kabullenilecek ve bir daha bu toprakları kurtarmak için Haçlı seferi düzenlemeyecektir. Aksine İslam Avrupa içlerine yönelecektir. İstanbul’un Fethi Müslümanlar için Avrupa’ya karşı kazanılmış ve uzun yıllar sürecek bir üstünlüğün başlangıç noktasıdır.

İstanbul’un fethinin dünya tarihi açısından önemli olmasının bir diğer sebebi de Rönesans üzerindeki etkisidir. Fetih’ten sonra birçok Bizanslı düşünür ve sanatçı yanlarına çok değerli yazma eserleri de alarak, çoğunlukla Roma’ya göç ettiler. Bu kimseler klasik Yunan kültürüne dönüşte önemli rol oynadılar ve kısa bir süre sonra Avrupa’da Rönesans hareketi başladı.


Fatih Sultan Mehmed

1432-1481 yılları arasında yaşamış 7. Osmanlı padişahıdır. 1444 ve 1451 yıllarında iki kez tahta çıkmış ve toplam otuz bir yıl tahta kalmıştır. Küçük yaştan itibaren eğitimine büyük önem verilen Şehzade Mehmed, Molla Yegan, Akşemseddin, Molla Gürani ve Molla Ayas gibi devrin önde gelen bilginleri tarafından yetiştirildi. Dönemin geleneğine uygun olarak devlet yönetiminde tecrübe kazanması için Manisa Sancakbeyliği’ne tayin edildi.

Mükemmel bir eğitimle, Matematik, Geometri, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, ve Tarih bilimleri tahsil etti. Tebasına kendi dili ile hitap etmek için Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpça öğrendi. Kudretli bir asker olduğu kadar geniş görüşlü bir fikir adamı olarak yetişti. Edebiyatla da ilgilenen Fatih, şiirde devrinin üstatları arasında yer aldı ve “Avni” mahlasıyla edebi değeri yüksek şiirler yazdı. Sarayda yazılan ilk divan Fatih’e aittir.

Fatih Sultan Mehmed, Manisa Sancakbeyi iken babası Sultan II. Murad’ın tahttan çekilmeye karar vermesi üzerine padişah ilan edildi. Tahtta çocuk yaşta birinin olmasından cesaretlenen Avrupa devletleri, Osmanlı topraklarını taciz etmeye başladılar. Osmanlıları Avrupa’dan atmak için büyük bir haçlı ordusu hazırladılar. Bunun üzerine Sultan II. Murad ordunun başına geçti ve Varna Meydan Savaş’ında Haçlı Ordusunu yenilgiye uğrattı. Bu savaştan sonra Sultan II. Murad tekrar devletin başına geçti. Fatih Sultan Mehmed Manisa’ya gönderildi. İkinci şehzadelik döneminde de yine dönemin önemli bilginlerinden ders almayı sürdürdü.
Sultan II. Murad’ın vefatı üzerine Fatih Sultan Mehmed başkent Edirne’ye gelerek ikinci kez tahta çıktı. Tahta çıktığında ilk işi İstanbul’un fethine ilişkin şehzadeliği dönemlerinden beri tasarladığı planları uygulamak oldu. Önce Anadolu Hisarı’nın karşısına Rumeli Hisarı’nı yaptırdı. Bir yandan da kendi tasarladığı, Avrupa’da görülmemiş büyüklükte toplar döktürdü ve donanma kurdu. Saldırı gününde komutayı doğrudan üstlendi.

İstanbul’un fethinden sonra Tuna’ya kadar hakim olmaya ve Sırp sorununu çözmeye yöneldi. Sırbistan’ın Osmanlı hakimiyetine girmesini sağladı. Fetih hareketlerine devam ederek Cenovalılar’ın ticari limanı Kele’yi ve önemli bir üs olan Amasra’yı ele geçirdi. Ardından Sinop’u alarak Candaroğulları Beyliği’ne, Trabzon’u alarak Pontus Devleti’ne son verdi. Midilli Adası’nı Osmanlı topraklarına kattı. Bosna-Hersek’in fethini tamamladı. Tuna güneyindeki Balkanlar’ı Osmanlı idaresinde birleştirdi. Karamanlılardan Konya ve Karaman’ı alarak Karaman Eyaleti’ne dönüştürdü. Venediklerden Eğriboz Adası’nı aldı. Ayrıca Alaiye (Alanya) Beyleri’nin egemenliğine son verdi. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan’ı Otlukbeli Savaşı’nda yenerek Anadolu’yu kesin olarak Osmanlılara bağladı. Daha sonra Batıya yönelerek bazı Cenova kalelerini fethetti ve Kırım Hanlığı’nı Osmanlılara bağladı. Arnavutluk’u ele geçirdi. Güney İtalya’daki Otranto Osmanlıların eline geçti. Bunun üzerine Papalık büyük bir telaşa kapıldı. Yeni bir haçlı seferinin düzenlenmesi için Avrupa devletlerine çağrıda bulundu. Fakat Avrupa devletleri buna cesaret edemediler.

Fatih Sultan Mehmed, 1481 ilkbaharında yeni bir sefere çıkarken Gebze yakınlarında vefat etti. Bazı araştırmacılara göre zehirlenerek öldürülmüştür.


Devlet ve Bilim Adamı Fatih Sultan Mehmed

Benzerine çok rastlanmayan son derece yoğun bir eğitimden geçen Fatih Sultan Mehmed, daha çocukluğundan itibaren büyük bir devlet adamı olmak üzere yetiştirildi. Üstün bir komutanlık özelliğine sahipti. Çok iyi teşkilatlanmış ordusunu savaşlarda en iyi şekilde kullandı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına son derece özen gösterirdi. Topçuluğa gerekli önemi veren ilk padişahtır. Fatih’ten önce top, bütün dünyada sesiyle düşmanı ürkütmesi için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edeceği ve meydan muharebelerinde önemli rol oynayacağı hiç düşünülememişti. Fatih bütün bunların akıl ederek o tarihe kadar görülmemiş sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukavemet hesaplarını kendisi yaptı.

Dünya çapında bir devlet kurma fikrine yürekten inanmıştı. Bu idealin gerçekleşmesi için ömrünü fetihlerde geçirdi. 32 yıl süren saltanatı boyunca ikisi imparatorluk, altısı prenslik, beşi de dukalık olmak üzere irili ufaklı 17 devletin topraklarını fethetti. Karadeniz’i bir Türk denizi haline soktu, bütün Balkan yarımadasını ele geçirdi ve Ege’de bazı adaları aldı. Babası Sultan II. Murad’dan devraldığı Osmanlı Devleti’nin topraklarını 2,5 kat arttırdı.

Fatih Sultan Mehmed fetihleriyle olduğu kadar, devlete düzenli sürekli bir yapı kazandırmak için getirdiği düzenlemeler açısından da Osmanlı tarihinde önemli bir yer tutar. Fatih Kanunnamesi’yle yönetim, maliye ve hukuk alanlarında kurallar koyarak devletin işleyişini düzenledi. Geniş görüşlü ve açık düşünceli bir padişah olarak kültür ve sanat alanında gelişmeye öncülük etti. İnsanlara, inançları konusunda eşi görülmemiş bir hoşgörü gösterdi. İstanbul’u aldıktan sonra İtalyan hümanistleri ve Rum bilginlerini sarayında topladı. Ortodoksluğun tek ve en büyük koruyucusu oldu. Patrik, Osmanlı protokolüne göre vezir rütbesine eş tutuldu. Patrik II. Gennadios’a Hıristiyan inancının temel ilkelerine ilişkin bir eser hazırlattı ve Osmanlıca’ya çevirtti.

Fatih Camii’nin çevresinde kurduğu sekiz medrese, İslam ilimleri alanında yüz yıl boyunca imparatorluğun en önemli öğretim kurumu oldu. Zaman zaman “Ulema” adı verilen İslam bilginlerini bir araya toplayarak onların tartışmalarını dinlerdi. Bilginlere karşı büyük yakınlık gösterir, onlara saygı ile davranırdı. Osmanlı İmparatorluğu Fatih’in hükümdarlığı zamanında matematik, astronomi ve ilahiyat alanında en yüksek düzeye erişti.





Osmanlı'dan Cumhuriyet'e İstanbul

OSMANLI DEVLETİ DÖNEMİ (1453-1923)

İstanbul, Fatih Sultan Mehmed komutasındaki Osmanlı Ordusu tarafından fethedildikten sonra üç gün içinde sükunet sağlandı. Ardından görkemli şenliklerle fetih kutlandı. Şenlikten sonra Fatih Sultan Mehmed askerin şehirde dolaşmasını yasakladı. Hızla şehir kontrol altına alındı. Rumların kendi dinleri ve gelenekleri ile yaşayabileceği duyuruldu. Fatih Sultan Mehmed Ortodoks Rumlara boş bulunan Patriklik makamına birini seçmelerini emretti.

Fetih sırasında olumlu davranışları görülen Yahudi cemaatine havralarına sahip olma hakkı tanındı ve Haham’a iltifatlarda bulunuldu. Türk-Yahudi topluluğu Karayim Cemaati’ine Arpacılar Mescidi’nin bulunduğu yerde bir ibadethane tahsis edildi. Daha sonraları Ermeni Cemaati için de bir patrik tayin edilmiş ve cemaatler arası denge gözetilmiştir.

Fatih Sultan Mehmed şehirde düzeni sağlar sağlamaz hızla imar faaliyetine girişti. İlk ciddi imar faaliyeti, fetih esnasında harap olan surların tamiridir. Hendekler temizletildi ve yıkık yerler tamir edildi. Fatih Sultan Mehmed bakımsız ve harap durumda olan Ayasofya’yı satın alıp tamir ettirdi ve camiye dönüştürdü.

Fatih Sultan Mehmed’in fetihten sonra yaptırdığı veya vakfettiği çok sayıda yapının bir kısmı şunlardır; Bugünkü Vefa semtinde Şeyh Ebu’l-Vefa adına yaptırılan cami, bugünkü Eyüp’te Ebu Eyyub el-Ensari’nin türbesi ve civarına yayılan külliye, devlet hazinesi olarak da kullanılan Yedikule, şehrin yedi tepesinden biri üzerine kurulan ve kendi adıyla anılan Fatih Camii ve Külliyesi, bugünkü Beyazıt Meydanı civarında yaptırılan ve günümüze izi kalmayan Saray-ı Atik ve Saray-ı Cedid (bugünkü Topkapı Sarayı).

Bu dönemin diğer önemli eserleri arasında, Mahmud Paşa Camii, Gedik Ahmet Camii, Karamani Mehmed’in Nişanca Camii, Rum Mehmed Paşa Camii, Has Murad Paşa Camii, İbrahim Paşa Camii ve bunların çevresinde sıralanan imaret ve benzeri yapılar, Belgrad Ormanları’ndaki kaynaklardan şehre su taşıyan tesisler, çok sayıda darüşşafaka, imaret, han, kervansaray gibi yapılar ve bugünkü Kapalıçarşı.

Fetihten sonra şehrin kalkındırılması için yeni iskan bölgeleri oluşturuldu. Boş mülkler fetihte hizmeti geçenlerin yanı sıra hemen her isteyene parasız olarak verildi. Anadolu ve Rumeli’den Müslüman nüfus şehre göçe özendirildi. Bu da yeterince fayda sağlamayınca vilayetlere ferman gönderilerek her sınıftan belli sayıda kişinin İstanbul’a gönderilmeleri buyruldu. Çeşitli bölgelerden Hıristiyan ve Yahudiler de şehre getirilerek belli yerlerde iskan edildiler.

Nüfusu artırmaya yönelik bu iskan ve zorunlu göçlerle oluşan mahalleler daha sonraki İstanbul idari yapısının temelini oluşturdu. 1459’da İstanbul her biri farklı demografik özellikler taşıyan dört idari birime ayrıldı. Bunlardan biri idarenin merkezinin olduğu Suriçi, diğer üçü ise surdışında yer alan ve “Bilad-i Selase” olarak adlandırılan Eyüp (Büyük ve Küçük Çekmece, Çatalca ve Silivri dahil), Galata ve Üsküdar’dı. 1457 sonunda eski başkent Edirne’nin uğradığı büyük yangınla şehre yeni göçmenler geldi ve şehir oldukça şenlendi. İstanbul, fetihten 50 yıl sonra Avrupa’nın en büyük şehri haline geldi.

16. yüzyıla büyük bir şehir olarak giren İstanbul, Küçük Kıyamet olarak anılan 14 Eylül 1509 depreminde çok zarar gördü. 45 gün süren depremde binlerce bina harap oldu, yıkılmadık tek minare kalmadı. Şehir, 1510’da Sultan II. Bayezıd tarafından 80 bin kişinin istihdamıyla neredeyse yeniden kuruldu. Bu yüzden günümüze gelebilen eserlerin büyük çoğunluğu bu devirden kalmıştır.


Kanuni Sultan Süleyman Dönemi

Kanuni Sultan Süleyman’ın tahtta kaldığı 1520-1566 yılları arasındaki 46 yıllık dönem, devlet için olduğu gibi İstanbul için de bir yükseliş dönemi olmuştur. Bu dönem boyunca İstanbul’da birçoğu günümüze de ulaşmış çok sayıda paha biçilmez eser inşa edilmiştir. 1509 depreminde büyük hasara uğrayan kent yeniden ve daha planlı bir biçimde restore edilmiş, şehir yeni bentler, su kemerleri, suyolları ve çeşmelerle bol suya kavuşmuştur. Medreseler, kervansaraylar, hamamlar, hasbahçeler ve köprülerle donatılan İstanbul, tam bir büyük kent görünümü kazanmıştır. Yine bu dönemde Haliç-Galata Limanı Akdeniz’in en işlek limanlarından biri haline gelmiştir.

Bu dönemde inşa edilen eserler, özellikle Mimar Sinan tarafından yapılanlar, şehre yepyeni bir görünüm kazandırmıştır. Süleymaniye Camii ve Külliyesi, Şehzadebaşı Camii ve Külliyesi, Sultan Selim Camii ve Külliyesi, Cihangir Camii, Mihrimah Sultan adına Edirnekapı ve Üsküdar’da yapılan camiler, Hürrem Sultan adına yaptırılan Haseki Külliyesi ve Haseki Hamamı bu dönemde inşa edilen eserlerin önemlileridir. Bu devirde açılan Sahn-ı Süleymaniye Medreseleri de İstanbul’a bir eğitim ve bilim merkezi olma özelliği kazandırmıştır.

Kanuni dönemi İstanbul için bir planlı kentleşme dönemi olmuştur. Bir yandan kente yeni göçlerin gelmesi engellenmiş, diğer yandan da surların çevresine ev yapımı yasaklanmıştır. Her evin pencerelerine kepenk konulması ve Galata’daki tüm yapılarda taş kullanılması zorunluluğu getirilmiştir. İstanbul’a bol su sağlamak için birçok tesis hazineden ayrılan ödenekle ve angarya sistemine başvurulmaksızın tamamlanmıştır. Şehir, Sarayburnu, Tersane, İskender Çelebi, Dolmabahçe, Tokat, Çubuklu, Sultaniye, Üsküdar, Haydarpaşa, Kandilli hasbahçeleri ve Büyükdere Korusu ile bezenmiştir. Kentin tüm iaşe ve ihtiyaçları devletçe üstlenilmiş; bu maksatla Rumeli şehirleri, Karadeniz Kıyıları ve Mısır’a bir takım yükümlülükler getirilmiştir. Yine İstanbul bu dönemde ‘kıraathane’lerle (kahvehane) tanışmıştır.

İstanbul’un büyüyerek eski sınırları dışına taşması ve yeni semtlerin ortaya çıkışı da Kanuni devrinde gerçekleşmiştir. Kasım Paşa, Piri Paşa, Piyale Paşa ve Ayas Paşa mahalleri bu dönemde kurulmuştur. Galata da bu dönemde çok canlıdır ve tek başına bir şehir büyüklüğüne ulaşmıştır. Yine bu yıllarda ilk kez olarak Beyoğlu’nda elçilik binaları açılacaktır.

Kanuni dönemi İstanbul’u bazı büyük felaketlere de şahit olmuştur. Veba salgınları bu dönemde bu dönemde İstanbul’u sık sık etkilemiştir. 1554’te çıkan yangın Ayasofya’dan Tahtakale’ye kadar olan kısmı, 1555’te çıkan yangın ise Galata’yı büyük hasara uğratmıştır. 1554’teki şiddetli fırtınada deniz kabarmış, dereler taşmış, birçok insan boğulmuştur. 1563’teki aşırı yağmur neticesi oluşan seller ise bundan da büyük zararlara yol açmış, hatta bu esnada Yeşilköy’de avlanmakta olan Kanuni Sultan Süleyman da tehlike atlatmıştır.


Lale Devri’nde İstanbul

Lale Devri 1718-1730 yılları arasında ve Sultan III. Ahmed’in padişahlığı ile Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’nın sadrazamlığı dönemini kapsar. Bu dönem adını o yıllarda saray çevresinde ve varlıklı kesimler arasında başlayan lale yetiştirme merakından alır.

Lale Devri’nde İstanbul, birçok yenilikler ve değişiklikler yaşadı. Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa özellikle Paris ve Viyana’dan getirttirdiği projelerden esinlenerek İstanbul’un imarına el attı. İlk önce Haliç ıslah edildi ve Kağıthane Deresi ve Haliç kenarları gezinti yerleri haline getirildi. Kağıthane’de padişah için Sadabad Kasrı inşa edildi ve etrafı lale bahçeleriyle bezendi. Bu bahçeler varlıklı kesimler arasında lale yetiştirme furyasının doğuşuna neden oldu. Yine bu dönemde Üsküdar, Beylerbeyi, Bebek, Fındıklı, Alibeyköyü, Ortaköy ve Topkapı semtlerinde birçok köşk ve bahçe yapıldı. Daha önce yangınlarla harap olmuş semtler yeniden inşa edildi.

Lale Devri’nde İstanbul’un yaşadığı yenilikler sadece imar sahasında değildi. İlk olarak bu dönemde itfaiye teşkilatı kuruldu; ilk matbaa bu dönemde İbrahim Müteferrika tarafından faaliyete geçirildi. Ayrıca bir çini fabrikası, kumaş fabrikası ve Yalova kâğıt fabrikası bu yıllar içerisinde açıldı.

Lale devrinde sanat ve edebiyatta da bir canlanma yaşandı. Özellikle şair ve ressamlar saraydan büyük iltifat gördüler. Yine bu dönemde Türk mimarisi klasik dönemin son şaheserlerini vermiştir. Emetullah Gülnuş Valide Camii, Sultan III. Ahmed’in Topkapı Sarayı’nın önünde ve Üsküdar’da yaptırdığı çeşmeler, Sultan III. Ahmed Kütüphanesi ve Damat İbrahim Paşa Külliyesi bunların başlıcalarıdır. Lale Devri Patrona Halil isyanıyla sona ermiştir. Bu ayaklanma esnasında dönemin sembolü olan lale bahçeleri ve köşklerin birçoğu tamamen tahrip edilmiştir.


Tanzimat Dönemi

3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayı’nın Gülhane Bahçesi’nde okunarak halka ilan edilen Tanzimat Fermanı ile İstanbul’da yeni bir dönem açıldı. Batılılaşma sürecinin hızlandığı bu dönemde İstanbul’da mimariden yaşama tarzına, eğitim kuruluşlarından sanayi kuruluşlarına kadar birçok alanda yenilikler yaşandı. Bu dönemde şehir yeni alanlara doğru genişlemeye başladı. Suriçi Bakırköy yönünde, Galata ise Teşvikiye yönünde yayılırken; Boğaziçi’nde Sarıyer’e iskan hızlandı. Anadolu yakası ise bir taraftan Bostancı, diğer taraftan Beykoz’a doğru büyüdü.

Kentin genişlemesine paralel, hızlı bir imar faaliyeti de söz konusuydu. Bir taraftan padişahlar, diğer taraftan da devlet erkanı, gayrimüslim zenginler ve yabancı elçilikler adeta saray, köşk ve malikane yaptırma yarışına girdiler. Dolmabahçe, Çırağan ve Beylerbeyi Sarayları, Ihlamur ve Küçüksu Kasırları, Ayazağa, Alemdağ, İcadiye ve Mecidiye Köşkleri bu dönemde inşa edildi. Yine bu dönemde “mebain-i emriyye” adı verilen birçok kamu binası da yaptırıldı. Çeşitli semtlerdeki postane binaları, Tophane, Maçka Silahhanesi, Harbiye Nezareti ve Pangaltı Harbiye Binaları bunların başında gelmektedir.

Yaşanan hızlı Batılılaşma etkilerini mimari üzerinde de gösterdi. Bu dönemde klasik Osmanlı mimarisi terk edildi ve yeni yapılar barok, rokoko, neogotik ve ampir gibi Batılı tarzlarda inşa edildi. Hatta bu üslup değişmesi cami mimarisine kadar nüfus etti.

Bu yıllar, altyapı ve kent hizmetlerinde de önemli gelişmelere sahne oldu. Haliç üzerine köprü yapılması, tünel (metro), Rumeli Demiryolu, kent içi deniz taşımacılığı yapan Şirket-i Hayriye’nin açılması, Şehremaneti (Belediye) örgütünün diğer belediye dairelerinin kurulması, ilk telgraf hattının çekilmesi, Zaptiye Nezareti’nin kurulması ve ona bağlı karakolların açılması, Vakıf Gureba Hastanesi’nin hizmete girmesi ve Atlı Tramvay Şirketi bu gelişmelerin sadece bazılarıdır.

Batılılaşma sürecini besleyecek modern eğitim kurumlarının açılmasına da bu dönemde büyük önem verildi. Bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin temeli olan Darülfünun, erkek ve kız rüşdiyeleri (liseler) Ziraat Mektebi, Telgraf Mektebi, Darülmaarif (Maarif Koleji), Darülmuallimin (Öğretmen Okulu), Orman Mektebi, Ebe Mektebi, Mekteb-i Sultani (Galatasaray Lisesi), Sanayi Mektebi ve Mekteb-i Tıbbiyey-i Mülkiye bu dönemde eğitime başlayan okullardandır.

Tüm bu değişmeler doğal olarak kentin sosyal yaşamını da derinden etkiledi. Özellikle Kırım Savaşı’nda İstanbul’a gelen İngiliz, Fransız ve İtalyan asker ve subayları ile Galata’da yerleşmiş bulunan Levantenlerin yaşam tarzı İstanbul ahalisi üzerinde müessir oldu. Bu dönemde Beyoğlu, meyhaneleri, kahvehaneleri, tütüncü dükkanları, balozları ve tiyatrolarıyla tam bir eğlence merkezi haline geldi. Rum, Ermeni ve Yahudi kızları kantolar söylemekte; Beyoğlu’nun yanı sıra Şehzadebaşı ve Gedikpaşa’da da tuluattan modern tiyatroya kadar bütün gösteriler kumpanyalarca sahnelenmekteydi. Toplumun eğlence alışkanlıklarıyla birlikte, zevkleri de değişiyordu. Sadece saray çevreleri ve zenginler değil orta halli aileler de Batı tipi lüks tüketime yöneldi. Evlerin iç dekorasyonu değişti; masa, sandalye ve koltuk gibi eşyalar evlere girmeye başladı. Yine bu dönemde yazlık ve kışlık adeti başladı. Suriçi ve Beyoğlu kışlık; Boğaz, Kadıköy ve Adalar yazlık yerlerdi. Bu nedenle önceden Boğaz’da yalı satın alacak paralar, mevsimlik kira olarak ödenir hale geldi.

İstanbul’un ekonomik yapısı da bu dönemde birçok değişiklik yaşadı. Geleneksel esnaf örgütleri olan loncalar dağıtıldı ve devlet, esnafı şirketleştirmek için krediler vermeye başladı. Haliç çevresinde ve Tophane’de sanayi tesisleri kuruldu. İstanbul bu dönemde ilk kez olarak grevlerle de tanıştı.

Bu yıllar Galata’nın finans alanında güçlenmesine de şahit olacaktı. Galata bankerleri artık doğrudan saraya borç veriyor veya Osmanlı’nın kombiyo işlemlerini yönlendiriyordu. Devlete ait tahvillerin miktarı bir borsa kurulmasını gerektirecek ölçüde çoğalmış; kurulan Galata Borsası sadece Galatalı bankerlerin değil sıradan vatandaşın da ilgisini çekmeye başlamıştı.

Bu dönem İstanbul’unda siyasi hayat da çok hareketlenecektir. Bir taraftan Batıcılık, diğer taraftan İslamcılık ve Türkçülük akımları güçlenecek, bir Tazminat aydını grubu ortaya çıkacak; sanat ve edebiyat canlanacak; Takvim-i Vekayi, Ceride-i Havadis, Basiret, Vakit, İstikbal, Sadakad, Sabah, Hayat ve Cihan gazeteleri çıkmaya başlayacaktır.

1844’deki ilk nüfus sayımı, 1870’de yaşanan Beyoğlu ve 1872 Kuzguncuk yangınları, 1845’de ilk çiçek aşısının uygulanması ve İstanbul için bir mülk vergisinin konması da bu dönemin anılmaya değer diğer olaylarıdır.


Meşrutiyet Dönemi

Sultan Abdülaziz’in gürültülü bir şekilde tahttan indirilişi ve meşrutiyeti ilan sözü alınarak II. Abdülhamid’in tahta çıkarılışı ile İstanbul’da yeni bir dönem başlar (31 Ağustos 1876). Sultan II. Abdülhamid 23 Aralık 1876’da Meşrutiyet’i ilan etti. Ancak kısa süre sonra başlayan Türk-Rus Savaşı (27 Nisan 1877) İstanbul’u paniğe boğdu. Bu savaşta Rumeli cephesine yakınlığı nedeniyle İstanbul savaşın birçok acısını yaşadı. Kentin içinden batıya asker sevki, öte yandan cepheden gelen hastalar ve yaralılarla savaştan kaçan Rumelili muhacirler kentte birçok sıkıntıya yol açtı. Bu muhacirler sefalet içinde cami ve medreselerde ve boş alanları saran tahta ve teneke barakalarda yaşamaya çalışıyorlardı. Bütün bu yaşananlar nedeniyle, bu savaş halk arasında “Doksanüç Harbi Faciası” diye anılır. 13 Şubat 1878’de Sultan Abdülhamid, Meclis-i Mebusan’ı süresiz kapattı. 3 Mart 1878’de Rus ordularının Yeşilköy’e (Ayastefanos) kadar gelmesi üzerine Ayastefanos antlaşması imzalandı; uzun bir barış dönemi başladı.

1881’de Devlet’i Osmani’nin ödenmeyen borçları için Duyun-u Umumiye kuruldu. Devletin birçok vergilerine el konulmasına rağmen yine de İstanbul’un imarı için bu dönemde önemli adımlar atıldı. Bunlar arasında yangın alanlarının ıslahı ve yerleşime açılması, Terkos su şebekesi, Hamidiye suları, havagazı şebekesinin genişletilmesi sayılabilir.

Bu dönemde İstanbul büyük bir deprem felaketi de yaşadı. Halk arasında “Üçyüzon Depremi” denen 1894 depreminde Suriçi çok zarar gördü. Ama büyük süratle yapım onarım çalışmalarına girişildi. Bu dönem İstanbul’unda yaşanan diğer önemli olaylar arasında 1895, 1896’daki huzursuzlukları ve 1905 ile 1906’da teşebbüs edilen iki suikasti de zikredebiliriz. Birincisi başarısız olarak padişaha yapıldı; diğerinde Şehremini Rıdvan Paşa hayatını kaybetti. Diğer önemli hadiseler olarak da bir dizi resmi ziyaret sayılabilir. Bunlar arasında İran Şahı Nasıreddin ve oğlu, eski ABD Başkanı General Grant ve Alman İmparatoru II. Wilhelm’in ziyaretleri zikre değer. II. Wilhelm gezisinin anısına İstanbul’daki ünlü Alman Çeşmesi’nini yaptırtmıştır.

Sultan II. Abdülhamid eğitim konusuyla da ilgilenmiş; birçok okul açtırmıştır. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Sanayi-i Nefise mektebi (Güzel Sanatlar Okulu), Hendese-i Mülkiye, Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane, Darülmuallimin-i Aliyye, Mekteb-i Fünun-u Maliye, Eczacı Mektebi, Ticaret Mektebi, Halkalı Ziraat Mekteb-i Alisi, Hamidiye Baytar Mektebi, Orman ve Maden Mektebi, Ticaret-i Bahriye Mektebi, Dilsiz ve Ama Mektebi, Kız ve Erkek Sanayi Mektepleri, Darülfünun (Üniversite), rüşdiyeler (lise) ve idadiler (ortaokullar) açmıştır. Bundan esinlenerek açılan Darülfeyz, Burhan-i Terakki, Numune-i İrfan gibi özel okulların sayısı 1900’de 30’u bulmuştur.

Bunların yanı sıra Müze-i Humayun (bugünkü Arkeoloji Müzesi), Beyazıt Umumi Kütüphanesi, Yıldız Arşiv ve Kütüphanesi, Hazine-i Evrak (başbakanlık arşivi) gibi değerli kültür müesseseleri de o yıllarda kurulmuştur. Haydarpaşa Tıbbiye Mektebi, Şişli Etfal Hastenesi ve Darülaceze o dönem açılıp bugüne kalmış kurumlardandır. Yine, kendi fotoğrafının çekilmesinden hoşlanmayan Sultan II. Abdülhamid, bu dönemde İstanbul’un ve imparatorluğun fotoğraf albümlerini hazırlatmıştır.

Sultan II. Abdülhamid 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’i ilan etti ve 31 Mart Vakası’ının ardından tahttan indirilerek sürgüne gönderildi. Yerine Sultan V. Mehmet Reşad tahta geçti (27 Nisan 1909). İstanbul’un bundan sonraki dönemi Cumhuriyet’e dek savaşlar ve karışıklıklar içinde geçti. Sultan V. Mehmet’in tahta çıkışına vesile olan 31 Mart Vakası’ndan sonra İstanbullular artık meydanlardaki darağaçlarında sallanan insan görüntüleriyle sık sık karşılaşır oldular.

19 Ocak 1910’da Çırağan Sarayı yandı. Bu bir seri kötü olayın ilki oldu. 9 Haziran 1910’da Gazeteci Ahmed Samim Bey suikastla öldürüldü. 6 Şubat 1911’de Babıali’de yangın çıktı. 18 Ekim 1912’de Balkan Savaş’ı başladı. İstanbul 93 Harbi’ndeki facia görüntüleriyle bir kere daha karşılaştı. 23 Ocak 1913’te Babıali Baskını oldu. Kıbrıslı Kâmil Paşa hükümeti silah tehdidi altında istifa etti. 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa suikasta kurban gitti. Her tarafı saran rüşvet, ahlaksızlık ve hırsızlık dalgası devlet yapısını sarsmaya başladı. Rüşvet ve hırsızlık meblağları onbinlerce altını buluyordu. Bu olan bitene Sultan V. Mehmet Reşat çok fazla müdahale edememiştir. Onun döneminin gerçek hakimi ise, yönetimdeki İttihat ve Terakki partisi olmuştur.

14 Kasım 1914’te I. Dünya Savaşı başladı. Savaşın getirdiği kıtlık ve sefaletle savaşmak için resmi makamlarca tedbir alınmaya çalışıldıysa da istifçilik ve karaborsaya engel olunamadı. Kısa sürede paralarını Beyoğlu’nun balozlarında, müzikhollerinde ve restoranlarında su gibi harcayan bir savaş zenginleri sınıfı oluşmuştu. Açlık ve sefalet, yıkık dökük mahalleler ve zengin ışıltılı konaklar, dilenen sakat kalmış savaş gazileri ile kantocuların, şarkıcıların, yabancı artistlerin ayağına dökülen paralar, bu dönem İstanbul’unun tipik ve acı görüntüleri olmuştur.


İşgal ve Mütareke Yılları

I.Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti birçok cephede zafer kazanmasına rağmen müttefikleri nedeniyle mağlup oldu. Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İtilaf Devletleri’ne ait 55 parçalık donanma 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa açıklarına demirledi ve böylece İstanbul’un işgali başladı. Ama Londra Konferansı’nda kararlaştırılıncaya kadar, kıyıya asker çıkarılacak şehir topyekün işgal edilmedi.

Padişah tarafından 1918 yılında feshedilen Meclis-i Mebusan, 12 Ocak 1920’de yeniden toplandı ve 28 Ocak’ta Misak-ı Milli’yi kabul etti. 4 Mart 1920’de Londra Konferansı’nda İstanbul’un işgali kararlaştırıldı. 14 Mart’ta telgrafhane işgal edildi. 15 Mart gecesi ise topyekün işgal hareketi başladı. Karaya çok sayıda asker çıkarılarak şehrin önemli noktaları kontrol altına alınmaya başlandı. Sabah erken saatlerde bir İngiliz birliği Şehzadebaşı’ndaki karargahı basarak askerlerin üzerine yaylım ateşi açtı. Öğlene doğru şehir tamamen işgal edilmişti. Öğleden sonra ise İngilizler Meclis-i Mebusan’ı bastılar. Ama Meclis-i Mebusan Padişah tarafından feshedilinceye kadar varlığını muhafaza edebildi. 11 Nisan’da kapatıldı ve 150 kadar siyası şahsiyet Malta’ya sürgün edildi.

İşgal ve mütareke yıllarında İstanbul pek aşina olmadığı büyük gösterilere şahit oldu. 19 Mayıs 1919’da ilk kez kadın hatiplerin de konuşma yaptığı Fatih Mitingi yapıldı. Mitinge 50 binden fazla insan katıldı. Meclis-i Mebusan’ın açılışını izleyen günlerde ise Sultanahmet Meydanı’nda 150 bin kişinin katıldığı başka bir miting daha yapıldı. 10 Nisan-29 Temmuz 1922 tarihleri arasında da Darülfünun öğrenci ve öğretim üyeleri dersleri boykot ettiler.

Bu dönemdeki bir başka önemli gelişme de İstanbul’da bazı gizli örgütlerin kurularak bağımsızlık için faaliyette bulunmalarıdır. Karakol Cemiyeti, Mim Grubu ve Müdafa-i Milliye teşkilatı o dönem İstanbul’undaki en önemli gizli örgütlerdi. Bunlar gösteriler düzenlemek, Anadolu’da başlayan bağımsızlık hareketine silah, asker ve cephane sevk etmek ve istihbarat yapmak gibi faaliyetlerde bulundular.

Bu yıllarda İstanbul çok hareketli bir nüfus yapısına sahiptir. Bir taraftan insanlar İstanbul’u terk ederek işgal altında bulunmayan Anadolu şehirlerine göç ederken, diğer taraftan da çok sayıda insan İstanbul’a sığınıyordu. İstanbul’a göç edenler arasında, İstanbul ve halkını en çok etkileyenler, Bolşevik İhtilali’nden kaçan Rus göçmenleri oldu. Bunların toplam sayısı 200 bin civarındaydı.

Rus kadınlarının kılık kıyafetleri İstanbul kadınlarınca benimsendi ve moda haline geldi. İlk kez bu dönemde İstanbullular Ruslardan etkilenerek denize girmeye başladılar. İstanbul’un gece hayatı da işgale rağmen canlandı. Kafekonserler, tiyatro kumpanyanları ve sinemalar bu dönemde yoğun ilgi çekiyordu. Barlar ve pastaneler bu dönemde meyhane ve muhallebiciye alternatif olarak kent hayatına girdi. Tüm bunlar ahlaki bir çözülmeyi de beraberinde getirdi. Bu eğlence yerlerinde çalışan Rus kadınları arasında fuhuş çok yaygınlaştı.

Bu dönem için bir diğer önemli gelişme de işçi hareketlerinde ve sosyalist faaliyetlerdeki canlanmadır. Bu dönemde birçok sosyalist ve işçi kuruluşu ortaya çıktı. Grevler ve diğer işçi eylemlerinde de büyük artışlar oldu. İlk kez bu dönemde 1 Mayıs İstanbul’da düzenli olarak kutlanmaya başlandı.

9 Ekim 1920’de Türk askerleri İzmir’e girdi. Bu olay İstanbul’un kurtuluş sürecini başlattı. 11 Ekim’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile İşgalcilerin aşamalı olarak Trakya’yı boşaltması kabul edildi. Ankara’daki TBMM 1 Kasım 1922’de saltanatın ilgasına karar verdi. Böylece İstanbul Ekim 1923’e kadar hukuki başkent olma özelliğini sürdürmesine rağmen, fiili olarak başkent olmaktan çıktı. 16 Kasım’da son Osmanlı Padişahı Sultan Vahideddin İstanbul’dan ayrıldı. 4 Kasım 1923’te ise işgal kuvvetleri İstanbul’u tamamen terk etti. Böylece Latin işgalinden sonraki Avrupalıların İstanbul’u ikinci işgali de sona erdi.


OSMANLI PADİŞAHLARI

Osman Gazi 1299-1326
Sultan Orhan Gazi 1326-1359
Sultan Murad Hüdavendigar 1359-1389
Sultan Yıldırım Bayezid 1389-1403
Sultan Çelebi Mehmed 1413-1421
Sultan Murad II 1421-1451
Fatih Sultan Mehmed 1451-1481
Sultan Bayezid II 1481-1512
Yavuz Sultan Selim 1512-1520
Kanuni Sultan Süleyman 1520-1566
Sultan Selim II 1566-1574
Sultan Murad III 1574-1595
Sultan Mehmed III 1595-1603
Sultan Ahmed I 1603-1617
Sultan Mustafa I 1617-1623
Sultan Osman II 1617-1622
Sultan Murad IV 1623-1640
Sultan İbrahim I 1640-1648
Sultan Mehmed IV 1648-1687
Sultan Süleyman II 1687-1691
Sultan Ahmed II 1691-1695
Sultan Mustafa II 1695-1703
Sultan Ahmed 1703-1730
Sultan Mahmud I 1730-1754
Sultan Osman III 1754-1757
Sultan Mustafa III 1757-1774
Sultan Abdülhamid 1774-1789
Sultan Selim III 1789-1807
Sultan Mustafa IV 1807-1808
Sultan Mahmud II 1808-1839
Sultan Abdülmecid 1839-1861
Sultan Abdülaziz 1861-1876
Sultan Murad V 1876-1876
Sultan Abdülhamid II 1876-1909
Sultan Mehmed Reşad 1909-1918
Sultan Mehmed Vahideddin 1918-1922





Dersaadet ve üç İSTANBUL

Dersaadet olarak da isimlendirilen İstanbul, 19.yüzyılın ortalarına kadar idari yapı ve yargısal açıdan dört ayrı bölüme ayrılmıştı. Bunlardan ilki İstanbul Kadılığı’nın yetki sahası olan ve İstanbul Metropolünün kent merkezi kabul edilen Suriçi’dir. Galata, Üsküdar ve Eyüp’ten oluşan Bilad-ı Selase ise bu metropol alanın kazalarıdır. “ Üç Belde” anlamına gelen Bilad-ı Selase ayrı kadılar tarafından yönetilmiştir.

Fakat bu ayrım sadece idari ve yargısal bir bölümlemeyi değil, bunun yanı sıra sosyolojik ve kültürel bir farklılığı da ifade etmektedir. Dersaadet’in bu dört ayrı bölümü, aynı şehir içerisindeki birbirinden farklı, fakat bir arada ahenkli bir bütün oluşturan dört ayrı dünyayı teşkil etmiştir. Bu dörtlü yapı aynı zamanda İstanbul’un sosyal ve kültürel yapısını zenginleştiren ve canlı kılan faktörlerin başında gelir.


SURİÇİ

İstanbul’un en eski bölümüdür. Kuzeyde Haliç, doğuda Boğaz, güneyde Marmara ile sınırlanır. Tek kara bağlantısı batıdandır ve çevresi Bizans döneminden kalma surlar ile sur yıkıntıları tarafından çepeçevre sarıldığından Suriçi diye anılır.

Suriçi, Bizans İmparatoru Konstantin’in inşa ettirdiği ve Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği asıl İstanbul’dur. Fetihten sonra devletin merkezi buraya getirilmiş; böylece bir imparatorluk merkezi olarak kurulan bu kent, 20.yy başlarına dek aynı şekilde varlığını sürdürmüştür. Suriçi’nin belki de bu özelliği nedeniyle, Osmanlı Padişahları Suriçi’nde oturdukça devletin başarıları devam etmiştir.

Topkapı Sarayı incelendiğinde aslında klasik anlamda bir saray değil, adeta bir “otağ” olduğu, her an harekete hazır bir ordunun ordugahına benzediği görülür. Öte yandan, devletin merkez bürokrasisinin oturduğu Babıali de Suriçi’ndedir. Burası zaman zaman baskınların ve karışıklıkların yaşandığı, önemli siyasi olayların vuku bulduğu bir mekan olmuştur. 19.yy.dan başlayarak basının da merkezi haline gelen Babıali birçok Osmanlı aydını da yetiştirmiş, ünlü Meserret Pastanesi’nde nice heyecanlı tartışmalar yaşanmıştır.

19.yy ortalarında Osmanlı Padişahları saraylarını Suriçi’nden Boğaz kıyılarına taşımışlarsa da Babıali Suriçi’nde kalmış ve burası bir siyasi merkez olmanın ağırbaşlılığını her zaman üzerinde taşımıştır.

Osmanlı döneminde Müslüman olması nedeniyle yalnız İran’ın konsolosluk açmasına izin verilen Suriçi’ne, Batılı Hristiyanlar pek sokulamamış; Suriçi ahalisi hep imparatorluğun yerli Müslüman ve Hristiyan unsurlarından oluşmuştur. Balat’ın Yahudileri de buna dahil edilmelidir şüphesiz.

Fethedildiği dönemde nüfusu 50 bine düşmüş ve eski ihtişamını kaybetmiş bir yer olan Suriçi, Osmanlı’nın gayretleri ile tekrar canlanmış ve 16.yy’da nüfusu 500 bini aşmıştır. Bunun yanı sıra; padişahlar, saray halkı ve diğer kişiler Suriçi’ni birçok mimari şaheserlerle süslemeye gayret etmişler; şehre İslami özelliğini veren tipik camili siluetini oluşturmak için birbirleriyle yarışmışlardır. Birçok cami, han, hamam, hayır ve eğitim kurumları inşa edilmiştir. Bunların en ünlüsü ve en eskisi Fatih Külliyesi’nde yer alan, eski adıyla Sahn-ı Seman Medresesi’dir. Yine Süleymaniye Medresesi’nde yer alan Meşihat de Suriçi’nin dini bir merkez olma özelliğini tamamlar.

Gözümüzü Suriçi’ni süsleyen taş ve mermerden yapılma anıt eserlerden biraz da halkın oturduğu mahallelere çevirelim. Dar ama huzur dolu küçük sokakların iki tarafında yer alan cumbalı ahşap evler Suriçi’nin tipik mahalle görüntüleridir. Şair Mehmet Akif’in tabiriyle “Ayakta durmaya el birliğiyle gayret eden, lisan-i hal ile amma rukuya niyet eden” bu ahşap evlerden oluşan mahalleler, yüzyıllarca hep ciddi bir tehlikeyi de yaşayagelmişlerdir. Yangın Suriçi’nin sık sık karşılaştığı bir felakettir.

Çıkan yangınlar hızla ve kolaylıkla yayıldıklarından, koca mahalleler alevlerle bir anda ortadan silinirdi. Yangınlar genellikle bir çok yanıcı maddenin de iskelelerine indirildiği Cibali’den başlar, rüzgarın durumuna göre Unkapanı, Fatih, Aksaray yönünde, ya da Kapalıçarşı’yı da yakarak Sultanahmet yönünde ilerlerdi. Yangınlara karşı uzun süre tek önlem vardı: Tulumbacılar… Su fışkırttıkları tulumbalarını sırtlarında taşıyarak koşar adım yangın yerine gelen tulumbacılar, Suriçi’nde ilginç bir yangın folkloru oluşturmuştur. Tulumbacı gençlerin söylediği maniler, tulumbacılara aşık olan mahalleli genç kızların hikayeleri bu folklorun parçalarıdır.

Suriçi’nin başka bir folklorik öğesi ise de kabadayılarıdır. Özellikle Osmanlı’nın duraklama döneminde şehirdeki asayiş çeşitli nedenlerle bozulunca mahallelerde türeyen kabadayılar aslında basit bir serseri takımı değildi. Görevleri mahallenin namusunu korumaktı. Bu kabadayı sürülerini zaman zaman meşihattan gelen ulemanın yönettiği ve aralarına karışıp mahalle kavgalarına karıştıkları da görülmüştür.

Suriçi canlı bir ticari merkezdir de… Ticaretin merkezi Suriçi’nin çeşitli merkezlerine dağılmış han ve çarşılardı ki, bunların en ünlüsü Kapalıçarşı’dır. Beyazıt ile Nuruosmaniye arasında uzanan bu binalar kompleksi Osmanlı’nın parlak zamanlarında onunla beraber yükselmiş; çöküş zamanı ise üstünlüğü Galata’ya kaptırmıştır. Parlak dönemlerinde Kapalıçarşı’da ticaret yapan zengin Müslüman tüccara “Bazargan” denirdi. Bu ünvanı almak zordu. Bunun için bir tacirin deniz aşırı ticaret yapması, hem borçlarını vaktinde ödeyerek güvenilirliğini ispatlaması, hem de servetinden bir kısmını hayır işlerine ayırması gerekirdi.

Evet… Anıt eserleri, sarayı, Babıalisi, dar sokaklarla bezeli mahalleleri, Kapalıçarşısı ve diğer özellikleriyle Suriçi, Osmanlı’ydı. Osmanlı’yla büyüdü, önem kazandı. Osmanlı çökmeye yüz tutunca, oda önemini kaybetti. Bugün daha çok tarihi ve turistik bir mekan olarak geçmişe şahitlik ediyor.


GALATA

Haliç’in kuzey sahilindedir.19. yüzyıla gelinceye kadar Galata Cenevizlilerin yaptırmış olduğu surlar içerisinde kaldı. Bu surlar Haliç’in kenarında bugünkü Azapkapı’da başlıyordu. Galata Kulesi surların en kuzeydeki gözetleme kulesiydi ve surlar buradan Tophane’ye kadar iniyordu. Bizans döneminde adı “Sykai” (incirlik) idi. Rumca’da “Karşıdaki İncirlik” anlamında “Peran en Sykais” de denirdi. Levantenlerin kullandığı “Pera” adı buradan gelir. “Galata” ise Rumca “galaktos” (süt) ya da İtalyanca “calata” (merdivenli yol) gibi kökenlere dayandırılır.

Galata bir Osmanlı şehri olan İstanbul’un Avrupai kısmıdır. Zaten kuruluşundan bu yana da hep Avrupalıdır. Doğulu ve Ortodoks bir imparatorluk olan Bizans’ın başkenti Kostantinapol’ün hemen yanı başında Batılı Latin ve Katolik bir koloni olarak kuruldu. Dönem dönem Venedik ve Cenevizliler arasında el değiştirdi ama hep Latin ve Katolik kaldı. İstanbul’un fethinden sonra da durum pek değişmedi. Gerçi Fatih Sultan Mehmet Galata’ya Rum ve Yahudileri yerleştirerek Latin olmaktan çıkarmıştır. Ama hala İslam başkentinin yanı başındaki gayrimüslim bir öğedir.

Bu nedenle Galata’nın “karşıdaki” (peran) olması sadece Haliç’in diğer tarafında olmasını ifade etmez. Aynı zamanda kültürel bir diğer tarafta olmayı da ifade eder. Sadece bununla da kalmaz, Galata zaman zaman İstanbul’un düşmanlarının tarafında olmuştur. Evet, Galata ihanet de eder. İlk olarak 1204 yılında Latinlerin İstanbul’u işgali sırasında ihanet etmiştir. Bu işgalde Galata Latinlere yardım ve yataklık yapmış, netice de İstanbul barbarca yağmalanıp talan olmuştur. Bu olay Bizans’ın çöküşünü hazırlamıştır. Osmanlı’ya da sadık kalmaz Galata. Osmanlı’nın çöküşünde önemli rolü bulunan kapitülasyonların yürütülmesinde Galata önemli bir merkezdir. 19. yy’dan itibaren Galatalı bankerler aracılığıyla Osmanlı büyük bir borç yükü altına sürüklenecek ve ekonomik olarak yağmalanacaktır. Yine Galatalı Rum bankerler Osmanlı’ya isyan eden Yunanistan’ı parasal olarak destekleyeceklerdir.

Galata kuruluşundan itibaren hep çok canlı bir ticaret merkezidir. Müslüman ahalinin de rağbet ettiği meyhaneleriyle de gece hayatına merkezlik etmiştir. Ama Galata en parlak günlerini 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşayacaktır. Kapitülasyonlara ilaveten 1839 Tanzimat Fermanı ile yeni ayrıcalıklar kazanan yabancılar ve azınlıklar gittikçe güçlenecek, dolayısıyla Galata’da hızla zenginleşecek ve büyüyecektir. 1860’lara gelindiğinde artık Ceneviz surları Galata’ya dar gelecektir. Bu nedenle bu tarihte surlar yıkılacak ve 15.yüzyıldan beri iskan olan bugün Galatasaray Lisesi’nin bulunduğu yere kadar uzayan günümüzün İstklal Caddesi veya o dönemde Levantenlerin Grand Rue De Perası görülmemiş bir ihtişama kavuşacaktır. Burada önceleri yabancı ülkelerin elçilik binaları ve kiliseleri vardır. Arkasında büyük malikaneler, lüks apartmanlar, alışveriş merkezleri, eğlence yerleri ve sanat merkezleri ile bu cadde dolmuş, kısa zamanda caddenin etrafında da yerleşim başlamıştır. Levantenlerin Pera olarak isimlendirdikleri Galata’nın bu genişlemiş halini halk Beyoğlu olarak anacaktır. Bu yeni semtin kısa sürede altyapı sorunları çözülecektir. Caddeler taş döşemelerle kaplanacak kanalizasyon yapılacak, elektrik, su ve havagazı şebekeleri döşenecek, ulaşım için atlı tramvaylar konulacaktır. Fakat en önemlisi dünyanın en eski üçüncü metrosu da bu dönemde Galata’da açılacaktır.

Galata bir yandan bankerleri ve borsası ile bir finans merkezidir. Diğer yandan Galata Limanı Avrupa’nın en işlek limanlarından biridir ve uluslararası ticaret çok canlıdır. Grand Rue De Pera veya Cadde-i Kebir Kapalıçarşı’nın yanı sıra ikinci bir alışveriş merkezi haline gelmiş, sadece Levantenler değil batılılaşma heveslisi kesimlerde burada satılan Avrupa’dan ithal mallara aşırı rağbet göstermiştir. Beyoğlu cafeleri, tiyatroları, barları, operaları, kantocuları, Avrupa mutfaklı lokantaları ve pastaneleri ile bir eğlence merkezidir. Galata, Tanzimat döneminden itibaren Pera tarzı yaşamayı devlet politikası haline getirmiş bulunan Osmanlı’nın batıcı siyasi elitleri için de büyük bir mekteptir. Çünkü Osmanlı insanı Beyoğlu’nun Avrupalı mekanlarından ve Levantenlerinden batılı gibi yemeyi, içmeyi, giymeyi, eğlenmeyi, konuşmayı ve kısaca batılı olmayı öğreniyordu.

Galata Avrupa’nın hiçbir kentinde rastlanmayacak kadar kozmopolitti. Başta Fransızca olmak üzere bütün Avrupa dilleri konuşuluyordu. İtalyanların, Almanların, Fransızların, İngilizlerin, Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Macarların ve Rusların kendi cemaatleri vardı. Sadece mezheplere göre değil, etnik yapıya göre de her grup kendi ibadethanesine sahipti. Bu nedenle çok sayıda birbirinden farklı gruplara ait kiliseler ve sinagoglar yanyana bulunmaktaydı.

Şüphesiz Galata’da Müslüman unsurlar da yok değildi. Galata Mevlevihanesi, Arap Cami ve etrafında iskan edilen Endülüs Arapları, Asmalı Mescit, Ağa Cami ve Sahabe Kabirleri ilk anda akla gelenler. Ama bunlar Galata’nın “Gavur” kalmasına engel olmaya kafi gelemediler. Galata aynı zamanda çok sayıda yabancı eğitim kurumunun faaliyet gösterdiği bir yerdir. Fransa, İngiltere, İtalya, Almanya ve Avusturya Galata’da liseler açmıştır. Buralara Levantenlerin ve azınlıkların çocuklarının yanı sıra zengin veya soylu Müslüman ailelerde çocuklarının göndermiştir. Osmanlı’nın ve Türkiye’nin Batıcı aydınlarının bir çoğu bu okullarda yetişecektir.

Dedik ya hep farklıdır Galata. İstanbul’un diğer kısımlarıyla aynı kaderi bile paylaşmaz. Balkan Savaşı’nın başlamasından itibaren İstanbul hem sefaletin hem de siyasi çalkantıların içine yuvarlanırken, Galata tarihinin en parlak dönemlerini yaşayacaktır. Bir yandan Birinci Dünya Savaşı’nın savaş zenginliği buraya akarken, diğer taraftan Rusya’dan Ekim Devrimi’nden kaçan Beyaz Rusların gelmesiyle Beyoğlu daha da canlanır. Eğlence hayatı gittikçe daha çok hareketlenir. İstanbul işgal altındayken, burası işgal kuvvetlerini ağırlayan ve eğlendiren bir mekan olur. Ama savaş sonrasında yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Levantenlerin ışıltılı Perası da yavaş yavaş çöker.


ÜSKÜDAR

Anadolu yakasında Boğaz’ın girişindedir. Tarihi Üsküdar, Salacak ve Paşalimanı arasında yer alırken; İstanbul’un diğer bütün semtleri gibi günden güne büyümüştür. Günümüzde doğuda Ümraniye, güneyde Kadıköy ve kuzeyde Beykoz ilçeleriyle komşudur.

Üsküdar, Osmanlı döneminde Galata ve Eyüp dışında İstanbul’a bağlı üçüncü kadılıktır. Sadece coğrafi değil, kültürel farklılığı da ifade eden bu bölümleme içerisinde Üsküdar, Anadoluluğu ve Anadolu Türk-İslam geleneğini temsil eder. Üsküdar her şeyden önce coğrafi olarak Anadolu’dur. Anadolu topraklarının Boğaz’ın suları tarafından çizilen sınırı üzerinde yer alır. Demografik olarak da Anadolu’dur. 1352 ‘de Orhan Gazi tarafından fethedildikten sonra Anadolu’dan gelen, Müslüman halk Üsküdar’a yerleşmeye başlamıştır. Fatih Sultan Mehmed döneminde ise Anadolu’dan göç hızlandırılmıştır. 17. yüzyılda yaşamış ünlü seyyah Evliya Çelebi, Üsküdar’da 70 Müslüman mahallesi olduğunu ve bunların az bir kısmı hariç önemli bir bölümünün Anadolu’dan göç ettiğini, ayrıca 11 Rum ve Ermeni, 1’de Yahudi mahallesi olduğunu ve bölgede hiç Frenk yaşamadığını nakleder. Bu demografik yapı Üsküdar’ı kozmopolitlikten uzaklaştırmış ve hem etnik, hem de kültürel olarak oldukça homojenleştirmiştir.

Bunların dışında Üsküdar İstanbul’un Anadolu ile en küçük bağlantısı olan kısmıdır. 19. yüzyılın sonunda demiryolu yapılıncaya kadar, Anadolu ile yapılan ticaretin merkezi Üsküdar’dır.

Üsküdar aynı zamanda İran ve Ermenistan ile yapılan ticaretin de başlangıç noktasıdır. Ticaret kervanlarıyla Ermeni ve İranlı tüccarlar Üsküdar’da buluşurlardı. Dolayısıyla özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda, Üsküdar tam bir ticaret kentidir.

Fakat buna rağmen Üsküdar, her zaman mütevazi ve sakindir. Gösteriş ve debdebeden hep uzak kalmıştır. Evleri, sokakları sade, fakat zarif ve bakımlıdır. İstanbul’daki en eski ve en büyük Müslüman mezarlığı olan Karacaahmet Mezarlığı Üsküdarlıya hem her şeyin faniliğini anlatır, hem de hayatın güzelliğini. O yüzden Karacaahmet hüzün dolu bir mekan olmaktan çok bir park alanı gibidir. Zarif servi ağaçlarıyla kaplı ve insanda huzur hissi uyandıran büyük bir park.

Üsküdar sadece hayata veda edenlerin uğurlandığı bir ayrılık mekanı değildir. Her yıl Hac’ca giden hacı adayları ve padişahın Mekke ve Medine Şeriflerine gönderdiği hediyeleri götüren Surre Alayı da Üsküdar’dan uğurlanırdı. O yüzden alışkındır ayrılıklara… Cenazeleri de hacı adaylarını da törenle uğurlar.

İstanbul’un Osmanlılar tarafından ilk fethedilen kısmıdır Üsküdar. Hem büyük fethin ilk aşamasıdır bu, hem de habercisi… Bir asır ve bir yıl boyunca ayrı kalır Üsküdar, karşı kıyıdaki parçasından. Ama nihayet 1453’te sevinçle izler fethi, yeniden kavuşmayı…

Artık Marmara’nın serin suları ayrılığın sebebi değil, ulaşmanın vasıtasıdır. Bu sulardan Üsküdar’a gittiğinizde sizi ilk olarak Kız Kulesi karşılar. Üsküdar’ın sembollerinden ve güzelliklerinden biridir bu zarif kule. Kıyıya vardığınızda ise bir başka zarif yapı size “hoş geldiniz” der. Mimar Sinan’ın usta ellerinden Mihrimah Sultan Cami’dir bu. Üzerinde durduğunuz meydana güzellik veren bir diğer unsur olan Sultan III. Ahmet Çeşmesi de hemen dikkatinizi çekecektir. Üsküdar’ın güzellikleri daha kıyıya varmadan yakalar insanı, kıyıya vardıktan sonra ise çepeçevre kuşatır.

İstanbul’un diğer her yeri gibi Üsküdar da günümüzde çok değişti. Özellikle 18. yy.’dan sonra kıyıda yapılan sahil saraylardan günümüze bir şey kalmadı. Yeşillikler içindeki tepeleri betonlaştı. İki katlı, cumbalı evlerin olduğu sokaklardan ise çok azı halen yaşayabiliyor. Ama her şeye rağmen Üsküdar, o sakin Anadolulu havasını muhafaza edebildi.


EYÜP

İstanbul’un fethi ile birlikte kurulan ilk Osmanlı -Türk yerleşim alanıdır. Haliç’in güney kıyısında, surların dışında yer alır. İsmini kabri bu semtte bulunan ve bir sahabe olan Hz. Eba Eyyub El- Ensari’den alır.

Eyüp semtinin gelişimi; fetihten hemen sonra İslam Ordularının 7.yy.’da İstanbul’u kuşatması sırasında şehid düşen Eyyup El-Ensari Hazretleri’nin mezarının Akşemseddin Hazretleri’nin gördüğü bir rüya ile bulunup, üzerine bir türbe ve yanına bir caminin yapılması ile başlar. Kanuni döneminde ise Eyüp büyük gelişme gösterir. Bu yıllarda semt camiler, mescidler, medreseler, sıbyan mektepleri, çeşme, sebil, hamam, imaret ve türbelerle donatılırken, sahilleri ise yalılar ve köşkler süslemiştir.

Eyüp El-Ensari’nin türbesi ya da yaygın tabiriyle Eyüp Sultan Türbesi, Eyüp semtinin toplumsal hayatında merkezi bir yer tutar. Bu türbelerle ilgili geleneklerin birçoğu bugünde sürmektedir.

Osmanlı zamanında en dikkat çekici gelenek padişahların cülus (tahta geçme) merasimlerinden sonra Eyüp Sultan’da kılıç kuşanmalarıdır. Bu merasim, okunan dualar ve kılınan namazlarla dini-manevi bir özellik taşımakta ve yeni padişaha makamının anlamını hatırlatmaktaydı. Ancak bu gelenek belki fetihten de eskidir. Zira Bizans döneminde burada bulunan Leon Makelos manastırının başpapazı, harbe giden imparator, kumandan ve asilzadelere kılıç kuşatmak ve onları takdis etmek gibi bir hakka ve makama sahipti.

Eyüp Sultan Türbesi’nin Eyüp’ün yerleşim dokusuna kazandırdığı bir başka özellik, bu türbede yatan kişiyi Evliyaullah (Allah Dostu) ve Sahabe bilen Osmanlı’nın ona yakın olmak için Eyüp’te defnedilmek istemesidir. Gerek Osmanlı döneminde, gerekse de Cumhuriyet yıllarında halktan kişilerin yanı sıra, birçok şöhretli isim de son istirahatgah olarak Eyüp’ü seçmişlerdir. Bunun sonucunda semte mistik havasını veren büyük mezarlıklar kurulmuştur. Hem bu mezarlara ait mezar taşlarının sanatsal değerleri, hem de çağlara tanıklık eden üzerlerindeki kitabeleri nedeniyle, Eyüp’teki mezarlıklar bir açık hava müzesi gibidir ve yüzlerce yıllık bir tarih kesitini hüznün diliyle anlatır bizlere. Bu mezarlıklardaki servi ağaçları ise adeta ölümle yaşamın içiçeliğini vurgular.

Eski Eyüp bunların yanı sıra bayramlar ve kandillerde dolup taşan Eyüp Sultan Türbesi, yeni evlenenlerin ve sünnetlik çocukların buraya ziyarete getirilmesi, Haliç’in bol çeşitli ve lezzetli balıklarını satan balıkçıları, serin ve tatlı suları, Haliç’e bakan tepeler üzerindeki güzel manzaralı mesire yerleri, çiçekçiliği, İstanbul’un süt ve kaymak ihtiyacını karşılayan mandıraları, kıyı kahvehaneleri ve oyuncakçı dükkanları ile de ünlüydü. Düdüklü testiler, fırıldaklar, tahtadan arabalar ve eşyalar, oyuncak tef, davul, düdük ve özellikle “kaynana zırıltısı” ile Eyüp oyuncakçıları, çocukları çok sevdiğine inanılan Eyüp Sultan Hazretleri’nin manevi rehberliğinde faaliyet gösterirlerdi. 19.yy. sonunda bu bölgenin sanayileşmeye açılması ve 1960’lardan sonraki hızlı gecekondulaşma ile bu geleneksel dokunun tamamına yakını ortadan kalkmıştır.




Fetih Öncesi Tarih Metinleri

Bazı İslam Yazarlarına Göre
FETİHTEN ÖNCE İSTANBUL

Prof. Dr. Semavi Eyice

(İstanbul Araştırmaları, Sayı 2, Sayfa: 7. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı İstanbul Araştırmaları Merkezi Yayını.)

İstanbul’da 1996 yılında düzenlenen Habitat II toplantısı çerçevesi içinde iki de büyük kitabın yayınlanması tasarlanmıştı. Bu kitaplardan biri için benden Fetih’ten önceki İstanbul’u gören ve buna dair hatıralarını yazan yabancılar hakkında bir makale hazırlamam istendi. Bu konudaki çalışmam 1995-96 yılları kış aylarında beni meşgul etti. Bütün Ortaçağ boyunca İstanbul’a değişik ülkelerden ve çeşitli sebepler ile gelerek gördüklerini yazanların eserlerinin orijinallerini veya tercümelerini taramak suretiyle yazdığım metin bittiğinde hayli hacimli olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine metnin bütünün yayınlanmasından vazgeçilerek sadece bir bölümünün Habitat II kitabında yer alması uygun görüldü. Böylece, şehrin 1203-1204’te 4. Haçlı Seferine katılan Batı Avrupalı Haçlılar tarafından yazılan üç hatıratı ayırarak başlıbaşına bir makale halinde teslim ettim1. Metnin bütünün ise ayrıca bir kitap olarak basılması düşünülmüştü.

Fakat bu tasarı o sırada gerçekleşmedi. Yabancıların Ortaçağ boyunca gördükleri İstanbul hakkındaki çalışma, kitap biçimini aldığı takdirde, bir makalede göz yumulabilecek bazı eksikliklerin tamamlanması gerekiyordu. Bunlar arasında İstanbul’da elde edilmesi imkansız bazı yayınların da görülmeleri ve hazırladığımız metinde kısaca bahisleri geçen bu seyyahların da yazdıklarının boşluklara yerleştirilmeleri, bir hayli dipnotlar ile açıklamalar yapılması ve imkan ölçüsünde eski minyatürlerin ve desenler, hatta adları geçen eski eserlerin sonraki resimleri ile canlandırılmaları faydalı olacaktı. Bu programa göre, evvelce hazırladığım metnin yeniden ele alınmasının doğru olacağını düşündüm; ve kitabın baskı için teslimini, çok uzamayacağını umduğum bir geleceğe bıraktım. Burada, İstanbul Araştırmaları’nda sunduğum, “Bazı İslam Yazarlarına Göre Fetihten Önceki İstanbul”, işte bu daha geniş ölçüdeki çalışmaların küçük bir bölümüdür. Burada X-XV. Yüzyılları arasında geldikleri İstanbul’da gördüklerine ve başka görenlerden derledikleri bilgilere dair yazdıkları, bir fikir verecek surette özetlenmiştir. Takdim edilen parçaların, esas metinlerinden çevrilmeleri daha doğru olurdu. Fakat bu dilleri bilmediğimizden ve amacımız da bir tenkitli metin (edition critique) hazırlamak olmadığından, bu yazarların eserlerinin Batı dillerinde tercümelerinden faydalanmağı yeterli gördük. Kullandığımız baskı ve tercümeler dipnotlarda belirtilmiştir. Ayrıca Bizans çağındaki İstanbul’a dair bilgi veren bu yazarların gördükleri ve anlattıkları eserlere dair de kısa açıklamalar yapmakla beraber, makalemizin ölçülerini çok genişleteceği için bu hususta bibliyografya referansları vermekten kaçındık.

Eski seyyahların yazdıklarına başvurulduğunda akla takılan bir soru vardır: Acaba bu seyyahlar anlattıkları yerleri gerçekten görmüşler midir? Arap seyyah ve coğrafyacıları için olduğu kadar, daha sonrakiler için de bu soru sorulabilir. Hatta aynı şüphe Batılı bazı seyahatname yazarları için de geçerlidir. Biz burada bu konu üzerinde durmaksızın ve bu soruyu aydınlatmaya çalışmadan sadece birkaç İslam yazarının eserlerinden derlenen bilgileri takdim edeceğiz.



--------------------------------------------------------------------------------

Başlıca Yazarlar
Harun İbn Yahya (IX. Yüzyıl sonu veya 912-913)

Bizans dönemindeki İstanbul’u gören ve anlatan Arapların ilki IX. Yüzyılda Harun İbn Yahya’dır. Bu şehire esir olarak gelen Harun’un hatıraları Ahmed İbn Rüsteh’in coğrafya hakkındaki Kitabü’l-Alak al-Nâfisa başlıklı eserinde yer almıştır. Şimdi İsrail sınırları içinde olan Aşkelon (Askalon) limanından bindirildiği gemi ile Antalya’ya gelmiş, buradan da “dağlar, vadiler ve ekili topraklar” arasından geçerek üç günde “çok büyük ve çok kalabalık” Nikiya adlı şehre ulaşmıştır.

Bazılarına göre burası Konya (İkonion), başkalarına göre ise İznik (Nikaia)’dır. Fakat buradan sonra yine at üstünde Harun üç günde düz bir arazide kurulu Sankarah’a vardığına göre Nikiya, İznik olamaz. Buradan da yaya olarak iki günde deniz kıyısına varmış ve yelkenli gemi bir günde onu İstanbul’a getirmiştir.

Bazı araştırmacılar Harun’un İmparator I. Basileios (867-886) yıllarında, diğer araştırmacılar ise İmparator Alexandıros’un (912-913) kısa saltanatı sırasında 912-913 kışında Bizans’ın başkentinde olduğunu ve buradan 913 yılı ilkbaharında ayrılmış olacağını ileri sürerler.

Harun, buraya esir olarak getirilmiş olmasına rağmen serbestçe dolaşma imkanını elde etmişti. Bu serbestliği aslında Hristiyan olduğundan veya esir düştükten sonra inanç değiştirdiği için elde ettiği sanılır.

Arap esirinin tahminine göre büyük bir şehir olan Konstantıniye doğudan denizle çevrilidir. Batı’da ise boş bir ova uzanır. Etrafını çeviren surların, Roma’ya giden yola açılan kapısı altındır. Bu kapıya onun için Altın Kapı denilir. Üstünde dört fil ile onların dizginlerini tutan ayakta bir kişinin heykelleri vardır. Kanatları demirden olan ve Bigas denilen bir başka kapı daha vardır ki İmparator gezintiye çıktığında burayı kullanır. Bu Pighi Kapısı olmalıdır (Silivri Kapısı).

Harun buradan sonra şehrin ortasında, kilise ile sarayın komşusu olan Hipodrom’u anlatır. “Burada tunçtan atları, insanları, vahşi hayvanları, aslanları... tasvir eden heykeller vardır.” Arap esir, ayrıca bu meydanın batı tarafındaki kapılardan çıkarılan herbiri dörder at koşulu sim işlemeli giyimli çifter yarışçının kullandığı atın yaldızlı iki arabanın ortadaki heykellerin etrafında üç defa dolanarak yarıştıklarını anlatır.

“Büyük sarayın bütününün etrafı duvarla çevrilidir. Bir kenarı kıyıdadır. Bu duvarın demir kanatlı üç kapısı vardır” dedikten sonra Harun bu girişlerin adlarını vererek iç döşemelerini, burada bekleyen, aralarında Hazarların da bulunduğu silahlı muhafızlardan bahseder. Girişin yanında İmparatorluk kilisesi vardır. Onun da yanında Müslümanlar’a mahsus dört zindanın girişleri görülür. Harun, İmparator’a mahsus loca olan kathisma’yı el-maksura olarak belirterek, buranın inciler ve yakutlarla bezenmiş (!) olduğunu, hükümdarın burada yaslandığı yastıkların da aynen böyle değerli taşlarla süslü olduklarına da işaret eder.

Harun’un anlattıklarına göre, sarayın girişindeki kilisenin yanındaki avluda bir sarnıç vardır. Yortu günleri bu sarnıca on bin testi şarap ile bin testi süzme bal doldurulup, bir deve yükü kadar eşit ölçülerde konulur ve İmparator’un peşindekiler, üstteki heykellerin ağız ve kulaklarından akıtılan bu şarabı içerlerdi.

Harun, yeşil mermer döşeli, duvarları mozaikler ile bezenmiş, her bir kenarı dört yüz adım ölçüsünde büyük bir şeref avlusundan geçilerek girilen iki yüz adım uzunluk ve elli adım genişliğindeki şölen salonundaki üç masadan ortadaki altından olup, İmparator’a mahsustur. Müslümanlara burada ziyafet verilir. Ziyafet sırasında buraya getirilen el-urkana yani org ve bunun çalışması hakkında Harun ayrıntılı bilgi verir. Bu türden ziyafet, 6 Ocak’taki Epiphaneia yortusuna kadar geçen on iki gün süren bayram boyunca yapılırdı. Yine Harun’un bildirdiğine göre bu bayramın sonunda İmparator salondan ayrılırken her Müslüman esire iki dinar ve üç dirhem verir.

Arap esir, İstanbul hatıralarının arkasından çok ayrıntılı olarak İmparator’un Ayasofya’yı ziyaret törenini anlatır. Burada dikkate değer bir husus, tören alaylarında ellerinde mızrak ve altın yaldızlı kalkanlar olan, dilimli zırhlarla giyimli çok sayıda Türk ve Hazar gencinin de bulunmasıdır. Bu tören ile ilgili olarak Harun’un işaret ettiği başka dikkate değer husus, iyi yetiştirilmiş ve değerli taşlarla bezenmiş koşumları olan üç boz atın Ayasofya’ya sokulmasıdır. Burada duvarlara asılı dizginleri eğer at ağzına alırsa, orada hazır olanlar, “İslam ülkesinde bir zafer kazandık” diye haykırırlar. Fakat bazen at yaklaşır, dizgini koklar ve geri çekilir!.

Harun şehrin tarihi topografyası bakımından faydalı olabilecek birkaç bilgi verir. Bunlardan birincisi kilisenin yakınında kare biçimli mermer bir kaide üzerinde olan bir mezar ve onun da üstünde olan kilisenin kurucusu İmparator’un tunçtan atlı heykeli vardır. İmparator’un başında inciler ve yakutlarla süslü altın taç bulunmaktadır. Sağ eli ise insanları İstanbul’a çağırır gibi kalkıktır. Böylece Arap esirin, XV. Yüzyıl sonlarına kadar yerinde duran ve imparator İustinianus anıtı denilen, fakat gerçekte Theodosius’u tasvir ettiği P. W. Lehmann tarafından belirtilen atlı heykeli görmüş olduğu anlaşılıyor.

Harun, Ayasofya’nın batı kapısı yanındaki horoglion’u da görmüştür. Bunun üstündeki yirmidört kapının herbiri günün bir saatini karşılar. Harun, sarayın kapısı yanındaki tunç üç at heykelinden bahseder. Bir tılsım olduğu söylenen bu atlar, (gerçekte dört tane) evvelce Hipodrom’da iken sonra Ayasofya yanına taşınmış ve 1204’te Haçlılar tarafından şehrin işgali ve yağmasında Venedik’e götürülmüştür. Bugün San Marco kilisesinin cephe saçağındadırlar.

Harun, yirmi günlük uzaklıktan, Bulgaristan denilen ülkeden getirilen suyun şehir içinde bir su kemerinden geçerek bir kolunun saraya ikinci kolunun müslümanların zindanına, üçüncü kolunun patris’lerin hamamına doğru aktığını ve şehir halkının hafifçe tuzlu olan bu suyu içtiğini haber verir. Esir, şehir kapılarından birinin yakınında Satra adında beş yüz kişiyi barındıran bir manastırın adını verir. Bunun, Altın Kapı’nın hemen iç tarafında Yedikule’de olan ve kilisesi Fetih’ten sonra İmrahor İlyas Bey Camii’ne dönüşen, 461’de kurulmuş çok büyük Studios manastırı olduğu tahmin edilir. Şehrin dışında ve uzağında olan diğer manastırların hangileri olduğunu teşhis etmek mümkün olmamaktadır.2



--------------------------------------------------------------------------------

Mesudi (X. yy)

X. yüzyılda yaşayan Bağdatlı Ebu’l Hasan b. El-Hüseyin Mesudi, 912’den itibaren o dönemin dünyasının pek çok kısmını dolaşmış, bu arada birçok eser yazmış ve 956’ya doğru Kahire’de ölmüştür. Başlığı Altın Çayırlar anlamına gelen ünlü eserinde, Nitas olarak adlandırdığı Karadeniz’den Rum Denizi’ne (Akdeniz) yaklaşı 350 mil uzunluğundaki bir kanaldan (Boğaz) aktığını bildirir. Bu kanalın her iki yakası kıyıları boydan boya konutlarla kaplıdır. Şehir ise Batı tarafında olup, batı topraklarına aittir. Konstantin, şehri kurdurarak ona adını vermiştir. Boğaz girişlerinde rumlara ait Mosnat (?) adında bir şehir vardır. Buradan Rus gemilerinin ve başkalarının akınları kontrol edilir. Dağlar ve beğenilen iyi su pınarları görülür. Hatta bunlardan birine Bizans’ı kuşatmaya geldiğinde müslüman gemileri durduğu için komutan Mesleme b. Abdülmelik’in adı verilmiştir.



Kanal’ın suları Konstantiniye’yi doğudan ve kuzeyden olmak üzere iki taraftan çevirir. Şehri Batı tarafı kıtaya bağlıdır. Tunçtan kapılar ile süslü olan Altın Kapı da bu taraftadır. Şehrin bu yönü birçok kat surlar ve bir hisar ile korunmuştur. Batı duvarlarının en yüksek kısmı otuz arşın, en alçağı yaklaşık on arşın kadardır.

Kanal boyunca uzanan kıyılar ise aralarında çok sayıda hisar ve burçlar olan yalınkat bir duvarla çevrilmiştir. Şehrin gerek deniz gerek kara tarafından pek çok kapıları vardır. Fakat bu bir şehir olup havası çok değişkendir ve iki tarafından denize komşu oluşu yüzünden de sarekli rutubetlidir3.



--------------------------------------------------------------------------------

Hassan Ali el-Herevî (XII. yy.)

XII. yüzyıl içinde Hassan Ali el-Herevî Suriye, Irak, Mezopotamya, İran, Bizans, Yemen, Hicaz, Mısır ve Ege adalarında uzun bir seyahat yaptığında, Byzantion’a uğrayarak burada bir süre kalmıştır. Bu sırada İmparator Manuel Komnenos (1143-1180) hüküm sürmektedir. 1215’te Halep’te ölen bu Arap seyyahı, uzun seyahatlerinde gördüğü yapılar ve anıtlara dair ayrıntılı bilgileri Harikalar Kitabı olarak adlandırdığı bir eserinde vermeği düşünmüştü. Fakat bu kitap bugüne kadar ele geçmemiştir. Buna karşılık bir hac rehberi olan ve günümüze kadar gelen diğer eserinde XII. yüzyıl İstanbul’undan kısaca bahseder:

“Şehrin surlarının dışında Hz. Muhammed’in yakınlarından Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabri vardır. Abdülmelik’in oğlu Mesleme’nin yaptırdığı büyük cami ise şehrin içindedir. Burada, Ebu Talib’in oğlu Ali’nin oğlu Hüseyin’in soyundan birinin mezarı görülür. Konstantinopolis’te tunçtan, mermerden heykeller, sütunlar, harikulade tılsımlar, dikilitaşlar ve müslüman ülkelerin hiçbirinde benzerleri olmayan yapılar hayranlık uyandırır. Buradaki büyük kilisenin adı Ayasofya7dır. Söylendiğine göre burayı bir melek bekler, durduğu yer altın bir kafes içine alınmıştır. “Bu husustaki efsaneyi sırası geldiğinde anlatacağım” der el-Herevî. Bu kilisenin mimari düzeninden, planından, yüksekliğinden, kapıları ile uzunluk ve genişliğinden, sütunlarından da yine ayrıntılı olarak bahsedeceğim. Bu şehirdeki harikaları birer birer sayacak, bütün saraylarını, Altınkapı’yı, kulelerini, mermerlerini, büyük tunç atlarını, eskiçağdan kalmış eşsiz şeyleri ve hipodromdaki heykelleri tasvir edeceğim. Bütün bu ayrıntılar, Tanrı izin verirse Harikalar Kitabı’nad yer lacaktır... Konstantinopolis, şöhretini çok aşan derecede büyük bir beldedir. Tanrı, lütfu ve inayetiyle onu İslamiyetin merkezi yapsın.”

El-Herevî’nin İstanbul’a dair verdiği bilgilerin bu kadar olmasına karşılık, İskenderiye’nin ünlü feneri Pharos’tan bahsederken, o sırada görülen kalıntısını küçümser ve “... asıl hayranlık uyandıran sütunların İstanbul’dakiler olduğuna...” işaret eder. At yarışlarının yapıldığı At Meydanı’ndaki bir anıt, rüzgarın estiği yöne göre doğuya, batıya, kuzeye veya güneye doğru eğilir. Yine burada içine girilemeyen tunçtan bir anıt vardır. Hastanenin yakınında üçüncü bir anıt daha vardır ki, üstü bütünüyle tunç kaplıdır. Bu Konstantin’in mezarıdır. Üstüne bu hükümdarın atlı heykeli konulmuştur. Atın ayakları taşa, kurşunla sağlamca bağlanmıştır; yalnız sağ ayağı adım atar gibi kalkmıştır. Kanstantin’in sağ elinin avucu açık olarak göğe uzanmıştır. Böylece İslam ülkesine işaret eder. Sol elinde ise bir küre tutar. Gemiciler yaklaşık bir günlük yoldan, denizden bu anıtı görebilirler (!).

Bu anıt ile ilgili görüşler değişiktir. Bazılarına göre küre, islam ülkelerine hristiyanların girmelerini önleyen bir tılsımdır veya müslümanların hristiyan ülkelerini işgal etmelerini durdurmaktadır. Başkalarına göre ise bu kürenin yüzeyinde şu anlamda bir yazı vardır: “Ben dünyaya sahip oldum ve işte bu küre gibi onu avucumda tuttum fakat ne var ki beraberimde hiçbir şey götürmeksizin ondan ayrıldım.”

“İstoborin (yani eis ton phoron) denilen çarşıda mükemmel bir sanatla işlenmiş insan kabartmaları ile süslü beyaz mermerden bir anıt daha vardır. Yekpare bir parmaklık ile çevrilidir ve bunun bir tılsım olduğuna inanılır. Bu anatın tepesine çıkıldığında bütün genişliği ile şehre hakim görüntü vardır. Harikalar Kitabı’nda bu anıtın tasvirini yapacak, yüksekliği ile çevre ölçülerini verecek, tepesine kadar çıkılması gereken basamak sayısını bildireceğim. Şehir halkının ona ve üzerindeki kabartmalara gösterdikleri saygıdan da bahsedeceğim. Tunç ve mermerden heykellere dair çeşitli söylentilerden, dört yöne dönen tılsımlardan, melek döşemesinden, ‘çımgın’ haç ile ona dair efsaneyi de anlatacağım. Bu haç müslümanların Kıblesi yönüne yerleştirilmiştir. Şehirdeki hastaneleri ve bir meydandaki heykelleri de anlatacağım. Bütün ayrıntılar Harikalar Kitabı’nda yer alacaktır.”

El-Herevî’nin verdiği bilgilerden bazı cümleler, el-Kazvinî olarak bilinen Zekeriya İbn Muhammed (1203’e doğru-1283)’ın Kozmografya kitabında yer aldığı gibi Yakut’un Coğrafya sözlüğünde de tekrarlanmıştır. Kazvinî, üstünde on iki küçük pencere olan ve her saat başı bunlardan birinin kapağının açılarak bir kuklanın çıktığı bir saatten bahseder. Bu, Ayasofya'’ın narteks kısmı üstünde yükselen horoglion olmalıdır. Yine Kazvinî’ye göre, Büyük Saray’ın girişine yakın bir yerde tunçtan atlar biçiminde bir tılsım vardır. Bu şehirdeki atların İmparator’un kapısı önünde gürültü yapmaları veya kişnemelerini önlemek için Apollonius tarafından yapılmıştır.4



--------------------------------------------------------------------------------

İdrisî (1120-1140 arası)

Arap coğrafya yazarlarından İdrisî olarak tanınan Ebu Abdullah Muhammed b. Muhammed (1100-1165-66) Septe’den (Ceuta) çıkarak, pek çok yeri dolaşmış ve Kitâbü’n-Nüzhetü’l-Müştâk fî İhtiraki’l Âfâk başlıklı bir eser bırakmıştır.

1145’ten itibaren Sicilya’da Norman kralı Ruggerio’nun yanında Palermo sarayında yaşayan İdrisî, burada 1154’te biten kitabını yazdı. Çok genç yaşında Anadolu’yu gezen coğrafyacının Konstantinopolis’e uğradığına dair kesin bilgimiz yok ise de, bu şehir hakkında bazı bilgiler vermektedir. Bunları kendi görüşleri mi olduğu yoksa başka yazarlardan mı derlediğine dair bir ipucu yoktur.

Trakya’daki kasabalar arasındaki mesafeleri belirten Arap coğrafyacı, Rodostu (Rodosto=Tekirdağ), İraklia (Ereğli), Selimiria (Silivri), Bature (Athyra=Büyükçekmece), Reo (Rhegion=Küçükçekmece)’den sonra Konstantıniye’nin kısa tasvirine geçer.

“Üçgen biçiminde bir yarımada üzerinde kurulu olan bu başkentin iki tarafı deniz olup, kara tarafında olan üçüncü kenarında Altınkapı vardır. Şehrin toplam uzunluğu 9 mildir. Yirmibir (10.50) yüksekliğinde ve on (5 m) yüksekliğinde bir ön suru olan çok güçlü bir tahkimat ile hem kara hem de deniz tarafından çevrilmiştir. Dış sur ile deniz arasında yaklaşık 50 (25 m) kadar yüksekliği olan bir burç bulunur. Şehrin 100 kadar kapısı vardır. Bunların başında Altınkapı denilen gelir ki, kanatları altın levhalar kaplı demirdendir. Bütün Roma ülkesinde büyüklük bakımından onunla kıyaslanabilecek başka bir belde bilinmediğini vurgulayan İdrisî, kısaca buradaki İmparator sarayından da bahseder.

“Saray, yüksekliği, yayıldığı alanın genişliği ve içindeki yapıların güzelliği bakımından ünlüdür. Saraya giderken geçilen Hipodrom (bedrun) ise dünyanın en şaşırtıcı yarış alanıdır. Yol üstünde, iki tarafta, en usta heykel ustalarını ümitsizliğe düşürecek gerçekçilikle yapılmış insan, at, aslan heykelleri arasından yürüyerek gelinir. Bütün bu heykeller tabii ölçülerden daha büyüktür. Sarayın içinde son derece ilgi çekici pek zok sanat eseri de vardır.5



--------------------------------------------------------------------------------

İbn Batuta (1334)

Ortaçağ dünyasının belli başlı ülkelerini dolaşan İbn Batuta XIV. Yüzyılda Umman, Bahreyn’den Suriye’ye geçmiş, buradan da deniz yoluyla Alaiyye’ye gitmiştir. Boydan boya Anadolu’yu gezerek, Sinop’dan deniz yoluyla Kırım’a çıkan İbn Batuta, Kıpçak Hanının hamile Bizanslı eşi doğum yapmak üzere İstanbul’a gitmek istediğinde, bu kalabalık heyete katılmıştır. Bu yolculuğun 1334 yılı yazı içinde yapıldığı sanılır. Ancak bu tarihlemede ve İbn Batuta’nın seyahat kronolojisinde aydınlanması gerekli sorunlar vardır. Beş yüz kadar atlı, iki yüz kadar çoğu Grek asıllı cariye, dört yüz kadar yük arabası, iki bin at, üç yüz kadar araba çekici öküz ve iki yüz deveden meydana gelen çok kalabalık heyette, “Hatun”un yanında onun hizmetinde on tane Grek ve Hindli iç oğlanı bulunuyordu. Bizans sınırında, heyetin bir kısmı burada ayrılır, “hatun”un ibadetlerini yaptığı özel şapeli burada bırakılır, kendisine sınırı geçtikten sonra şarap ve domuz eti getirilir. Etrafındakilerden yalnız bir Türk, İbn Batuta ile İslami esaslara göre ibadeti sürdürüyordu. Şehre girdiklerinde de müslümanlara karşı bir havanın esmesine karşılık, Hatun’un emri ile Bizanslılar daha uyumlu olmaya zorlanmıştır. Nitekim müslümanların namazları ile alay etmeğe yeltenen bir uşak cezalanır. Şehrin dışında prenses muhteşem bir törenle karşılanır. İçeri girdiklerinde “göğü inleten” çanlar çalınır. Sarayın kapısında yüz kadar muhafız tarafından karşılanırlar. Ancak halkın müslümanları ifade eden “sarakinler, sarakinler” diye haykırışması üzerine onları içeri sokmak istemezler. Bu sırada Bizans tahtinde III. Andronikos Palaiologos (1328-1341) bulunmaktadır. Dört kapıdan geçtikten sonra girdiği sarayda çok sıkı kontrolden geçirilen İbn Batuta, beşinci kapıdan sonra kolları ve etekleri dört görevli tarafından tutularak, büyük bir salonda imparatorun huzuruna çıkarılır.

Burası büyük bir salon olup, duvarları tabiattan alınmış resimlerle kaplı mozaiklerle bezenmiştir. Salonun ortasında iki tarafında ağaçlar olan bir akarsu vardır (?). İmparatorun tahtı bu sayebanın altındadır. Önünde Hatun'un annesi imparatoriçe ile kardeşleri durmaktadır. Aralarında geçen görüşmeden sonra İmparator ona şehri gezmesi için kolaylıklar sağlar.

Şehir çok büyük olup, med ve cezirin kendisini belli ettiği bir su ile ikiye ayrılmıştır. Bunun üzerinde evvelce bir taş köprü varmış, fakat artık yıkılmış olduğundan bir taraftan ötekine kayıklarla geçilir. Absomi denilen suyun bir tarafı Estambul olarak adlandırılır. Hükümdar ile ileri gelenler ve Rum halkı burada yaşarlar. Çarşılar ile sokakları geniş ve taş levhalar ile kaldırımlanmıştır. Her meslek ve zenaatkarın ayrı bir yeri olup, burayı başkaları ile paylaşmazlar. Her çarşının geceleri kapanan kapıları vardır... Şehrin bu bölümü, denize doğru uzanan bir yüksekliğin eteğindedir. Bu yüksekliğin zirvesinde bir tahkimat ile imparatorun sarayı vardır. Tepenin etrafını çok güçlü bir sur çevirmektedir. Buna deniz tarafından hiç kimse tırmanamaz. İçinde on üç kadar köy vardır ve baş kilise şehrin bu bölümünün ortasında bulunmaktadır.

Şehrin ikinci parçasına ise Galata denir. Burada Frenk Hristiyanlar yaşar. Bunlar çeşitli milletlerdendir. Aralarında Cenevizler, Venedikliler, Roma'dan gelen insanlar ile

Fransa'dan gelenler vardır. Bunlar üzerinde hükümranlık hakkı Konstantıniye imparatoruna aittir. Onun tarafından atanan bir görevli onları idare eder. İmparatora her yıl vergi verirler. Sık sık başkaldırırlar ve Papa arayı buluncaya kadar savaşırlar. Hepsi ticaretle uğraşırlar ve limanları dünyanın en büyük limanlarıdır. "Burada kalyonlar ve büyük gemilerden yüz kadar olduğunu gördüm. Küçükler o kadar çoktu ki, saymağa imkan bulamadım. Şehrin bu tarafındaki çarşılar mükemmel olmakla beraber her taraf pislik içindedir. Çok pis küçük bir akarsu içinden geçer. Buradaki milletlerin kiliseleri de tiksindirici olup, çekici tarafları yoktur."

İbn Batuta, içini göremediğinden Ayasofya'nın sadece dışını tarif edeceğini bildirir. "Rumların bu en büyük kilisesinin" etrafını on üç kapılı bir duvar çevirir. Ayrıca büyük bir girişi olan avlusu vardır. "Burası bir kabul salonuna benzer" diyen Arap seyyahı, arkasından inanılması zor bazı şeyler anlatır. Bu mermer döşeli avlunun ortasından, kiliseden çıkan ve bir arşın kadar yükseklikte, hayranlık uyandıran bir sanatla işlenmiş, damarlı mermerden iki rıhtım arasından bir dere (!) akar. Bu suyun iki tarafına düzenli biçimde ağaçlar dizilmiştir. Kilisenin kapısından avlusunun girişine kadar çok yüksek ağaçlardan bir çatı oluşmuştur. Bunların üstlerine asmalar sarılmış, diplerinde ise yaseminler ve güzel kokulu çiçekler dikilmiştir.

İbn Batuta'ya göre avlunun dışında hakimlerin ve katiplerin bulundukları ahşap yapılar ile baharatçılar çarşısı vardır. Kiliseden çıkan akarsu iki kola ayrılarak bunların içinden geçer. Kapının üstünde İsa'nın çakıldığı çarmıha ait olduğu söylenen bir parçanın saklandığı bir sandık vardır. Bunun da içinde altından ikinci bir sandukçe bulunur. Kapının kanatları altın ve gümüş levhalardan yapılmış olup tokmaklarının her ikisi de som altındır.

Konstantinopolis'te çok sayıda manastır bulunduğunu belirten İbn Batuta, bunlardan birinin imparatorun babası Circis (Georgios?) tarafından yapıldığını ve Estambul dışında olduğunu yazar. Bir bahçe içinde ve ortalarından bir derenin geçtiği, biri kadınlara diğeri erkeklere mahsus iki manastır daha vardır. Arap seyyahı daha manastırlardan bahsederken ilgi çekici bir görüş açıklar: "Bu şehrin halkının büyük çoğunluğunu keşişler, din adamları ve papazlar teşkil eder."

İbmn Batuta, dolaşırken şehrin dışında, kıyıdaki manastırı kuran ve tahtından feragat ederek keşiş olan şimdiki hükümdarın babası Circis'e rastladığını bildirir. Bizans tarihinde Circis, yani Georgios adında bir imparator yoktur. XIV. yüzyılda, 1334 yılında tahtta bulunan III. Andronikos'un babası değil dedesi II. Andronikos (1282-1328) iktidardan uzaklaşmış ve Lips manastırını yeniden kurmuştur. Fakat kilisesi, Vatan caddesi kenarında Fenari İsa (Kilise) Camii olan bu tesis kıyıda ve şehir dışında değildir. II. Andronikos keşiş olduktan sonra 1332'de öldüğüne göre, İbn Batuta gerçekten 1334'te İstanbul'a gelmiş ise bu husus da tartışılabilir.

Bizanslı prenses, Hatun, geri dönmek istemediğinden Arap seyyah, bir takım hediye ve ihsanlar ile şehirden ayrılır6.



--------------------------------------------------------------------------------

Hamdullah el-Müstevfi (1340'a doğru)

Arap asıllı bir aileden inen ve Kazvin'de doğarak yine aynı yerde 1340'dan az sonra ölen Hamdullah b. Ebubekr el-Müstevfi, İstanbul'a gelmemiştir. Kozmografya ile coğrafyaya meraklı bir kişi olarak derlediği Nezhetü'l Kulub başlıklı Farsça eserini 740 (1339-1340) yılında tamamlamıştır. Çeşitli kaynaklardan toplanan bilgiler ile meydana getirdiği bu eserinde el-Müstevfi, bu şehrin Emevi Halifesi Abdülmelik'in oğlu ve sonraki halife Süleyman'ın kardeşi Mesleme şehri kuşattığında burada binalar yaptırdığını ve bunlardan bazılarının kalıntılarını hala durduğunu bildirir. Arap ordusunun İstanbul'u Mesleme (öl. 120-737-8 veya 123-740-1) idaresinde kuşatması 97-99 (715-717)de olmuştur. El-Müstevfi, bu binaların mahiyetleri ve nerede oldukları hakkında bilgi vermez.

Kitabın başka bir yerinde İstanbul'la ilgili daha geniş açıklamalar yer almıştır: "Frenk diyarının baş şehri Byzantion, şimdi buraya Konstantiniye denilmektedir. Burayı Romalılar'ın Konstantin adındaki ikinci imparatoru kurmuştur. Bu şehir İstanbul olarak da tanınır... İbn Hurdatbih'e göre şehir bir yarımada üstündedir. Üç tarafından, doğu, batı ve güneyde Rum denizi ile çevrilidir. Kuzeyde ise ana toprağa bağlıdır. Doğudan batıya yarımada diğerine kadar altı fersah uzunluğundadır. Şehrin iki kat sur duvarı vardır. Bunlardan içtekinin yüksekliği 72, genişliği ise 12 arşın olup 1225 kulesi vardır. Bunların herbirinde keşişler (?) nöbet utar. Dış sur 42 arşın yüksekliğinde ve 8 arşın genişliğindedir (veya kalınlığındadır). Bu iki duvar arasında ise, karşıdan karşıya 60 arşın genişliğinde açık bir arazi uzanır.

El-Müstevfi'nin IX.-X. yüzyıl İran yazarlarından İbn Hurdatbih'ten (yaklaşık 890-912) aktardığı bu bilgi, şehrin sur duvarlarının ne derecede güçlü olduğunu abartılı olarak aksettirir. Kulelerde keşişlerin nöbet tuttuklarına dair kayıt ise, eğer bir tercüme veya yanlış anlama hatası değil ise, surların kulelerindeki üst katlarda, bazen keşişlerin barındıkları şekilde anlaşılabilir. Nitekim, bazı burçların üst mekanlarının duvarlarında görülen dini fresko resimler bir dereceye kadar bu hususta dayanak sayılabilir.

El-Müstevfi'nin yazdığına göre şehrin içinde Petros ve Pavlos adlarına bir kilise vardır. Bunun uzunluğu 300 arşın, genişliği ise 200 arşındır. Yüksekliği de 100 arşındır. Çatısı pirinç levhalar ile kaplıdır. Bunlar kilisenin içinde ön duvarları da kaplamaktadır (?). Şehirde Kutsal Ev denilen bir kilise daha vardır. Burada bir sunak masası vardır. Yakınında, zümrüt gibi yeşil taştan bir taht bulunur. Bu, 24 arşın boyunda ve 6 arşın genişliğindedir ve mabedin ön duvarına bitiştirilmiştir. Aynı duvarda çepeçevre Hazret-i İsa'nın, yanında annesi Meryem'in ve etraflarında 12 havariyi temsil eden tasvirleri vardır. Bütün tasvirler saf altından olup, her biri iki buçuk arşın boyundadır. Gözleri parlayan yakuttandır. Bu kilisenin 28 altın kaplı kapısı vardır. Yaklaşık bin kantar pirinç ve bakır kullanılmış, bunların yanında fildişi, abanoz sandal ile tik ağacı ve sayısız daha başka malzemeden faydalanılmıştır. Şehrin içinde çok sayıda ev, dört binden fazla hamam (!) ve bu sayılara uygun çoklukta kiliseler vardır.

El-Müstevfi'nin bu eski İstanbul anlatımı daha eski yazarlardan derlenmiş olmakla beraber, şehir hakkında açık bir bilgi edinmeyi sağlamaz. Bir kilise, herhalde Ayasofya'ya ait satırlar da abartmalı sözlerden ibarettir. Eski bizanslıların göz kamaştıran ihtişamını ortaya koymaktan ileri gitmez. Bizim burada aktarmaya çalıştığımız metin, Guy Le Strange'ın çok yıl önce yaptığı İngilizce tercümeye dayanır. Daha açık bilgi edinmek için esas Farsça metinden bu bölümün çevrilmesi gerektiğine de işaret etmek isteriz7.



--------------------------------------------------------------------------------

Siraceddin Ebu Hafs Ömer İbn el-Verdi (1450'ye doğru)

Siraceddin İbn el-Verdi, anlaşıldığına göre İstanbul'a gelmemiş, coğrafya ve kozmografya (hey'et ilmi) eserini, daha önceki yazarların kitaplarından derlemek suretiyle XV. yüzyılın ortalarına doğru Fetih yıllarında kaleme almıştır. Haridat al-Acaib ve Faridat al-Garaib adındaki bu kitap F. Taeschner'in bildirdiğine göre bir kaç defa Türkçe'ye çevrilmiştir. Bunlardan Ali b. Abdurrahman tarafından yapılanı esas metinden farklılıklar göstermesi bakımından daha dikkate değer. Ali b. Abdurrahman'ın Acaibul'l Mahlukat başlıklı bu tercümesi, Kazvini'nin aynı adlı eseri ile benzerlik gösterir. Bu tercümenin 1099'da (1687-88) istinsah edilen bir nüshası İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'ndeki elyazmalar arasında (nu: 2397) bulunmaktadır. Taeschner tercümenin İstanbul'un fethinden önceki yıllarda hatta Bursa'da yapıldığı görüşündedir.

"Romalılar'ın en ünlü şehri" olarak takdim ettiği Konstantıniyye'nin bir üçgen biçiminde olduğunu, bunun iki tarafının deniz, bir tarafının karaya bağlı olduğunu belirttikten sonra, bu tarafta Bab ez Zeheb denilen Altınkapı'nın bulunduğunu bildirir. İbn el-Verdi'ye göre şehrin çevresindeki surlar dokuz mil uzunluğundadır. Sur duvarları 21 arşın yüksekliğindedir. Ancak bunun önünde on arşın yüksekliğinde bir ön sur uzanır. Bu surların yüzü aşkın kapıları vardır. Bunların en ünlüsü Babu'l Musanemat'tır.

Şehrin içinde ise dünyanın başta gelen harikalarından olan Saray vardır. Bunun bitişiğinde Babidun denilen bir yer vardır. Sonraki tarifinden biz bunun Hipodrom olduğunu sanıyoruz. Büyüksaray'a bir bakıma ön avlu teşkil eden burada, iki sıra halinde benzersiz bir sanatla dökülmüş olan tunçtan insan, at, fil ve çeşitli yırtıcı hayvan figürleri görülür. Bunlar normal insan ölçülerinden büyüktür.

İbn el-Verdi, bundan sonra gerçek ile ilgisi anlaşılamayan bazı bilgiler verir. Sarayın çevresinde daha böyle şaşılacak şeyler olduğunu bildirdikten sonra, şehrin içinde demir ve kurşun ile güçlendirilmiş bir anıt bulunduğunu ve manara (yani minare) dediği bu anıtın, rüzgarın estiği yöne göre eğildiğini ve halkın bunun kaidesine tuğla parçaları koyarak bunların ezilerek toz haline geldiğini gördüklerini yazar.

El-Verdi'ye göre şehirde bir anıt daha vardır ki, bu bütünüyle tunçtandır ve tek parçadan yapılmıştır. Şehrin içindeki bir başka manara'nın, hastanenin komşusu olduğunu bildiren Arap yazarı, bunun altın gibi sarı renkte tunç kaplı olduğuna da işaret eder. Bunun üstünde Konstantiniye'yi kuran Constantinus'un mezarı vardır. Mezarın üstünde, Constantinus'u tasvir eden tunç tasvir, at üzerindedir. Atın ayakları kaideye kurşunla sağlamca perçinlenmiştir. Yalnız, atın ön sağ ayağı boştadır. İslamların yönüne işaret eden sağ elinin avucu açıktır. Sol avucunda ise bir küre tutar. Denizden bir günlük, karadan ise yarım günlük yoldan bu anıtı görmek mümkündür. Söylendiğine göre İmparatorun sağ elindeki küre burayı koruyan bir tılsımdır. Kürenin üzerinde Rum yazısı ile "Elimdeki bu küre gibi olduğu süre boyunca bu dünyaya hakim oldum; ancak şimdi ondan hiçbir şeye sahip olmaksızın dünyadan ayrıldım" yazmaktadır.

El-Verdi'ye göre, şehrin içinde bir meydanda bütünüyle beyaz mermerden bir "minare" daha vardır. Bunun gövdesi aşağıdan yukarıya kadar kabartma tasvirler ile kaplıdır. Üstteki korkuluğu ise yekpare tunçtan dökülmüştür. Bu da bir tılsımdır. Bunun tepesine kadar çıkan kişi şehrin bütününü seyredebilir.

İstanbul hakkında kısa tasviri sonunda Arap yazarı bir "gantara"dan bahseder. Onun görüşüne göre dünyanın harikalarından biri olan bu "köprü" o derece uzundur ki, onu mübalağalar olmaksızın anlatmak mümkün değildir. "Bu şehirde daha bir çok tarifi mümkün olmayan harikalar vardır" diyerek el-Verdi bu tasvirini bağlar.8



--------------------------------------------------------------------------------

NOTLAR

1- Haçlı seferi ile gelen batılıların gördükleri İstanbul, Dünya Kenti İstanbul, İstanbul 1996, s. 12-21 (Türkçe ve İngilizce.

2- A. A. Vasiliev, "Haroun-ibn-Yahya and Description of Constantinople", Seminarium Kontakovianum, V. (Prag 1932), s. 154-162; G. Ostrogorsky, Zum Reisebericht des Haroun-ibn-Jahja". Ay. Dergi, V, (1932), s. 254 vd.; M. İzeddin, "Un prisonner Arabe a Byzance au IX e siecle: Haroun-ibn-Yahya," Revue des Etudes Islamiques, 1941-1946 (baskı 1947), s. 41-62. Ayrıca bkz. J.P.A. van de Vrin, Travellers to Greece and Constantinople, İstanbul 1980, II, s. 487-494.

3- Maçoudi-Les Prairies d'Or, (Yay. ve çev. Barbier de Meynard - Pavet de Courteille), Paris 1861, I, s. 261 ve II, s. 311, 317-320.; hayatı hakkında bkz. C. Brockelmann, İslam Ansiklopedisi, VIII, s. 144-145; Van de Vrin, Travellers, II, s. 500.

4- Ch. Schefer, "Indications Sur Les Lieux de Pelerinage Archives de L'orient Latin, I (1881) s. 587-609;A. A. Vasiliev, "Les Voyageurs du Moyen Age a Constantinople", şu eserde: Melanges Charles Diehl, Paris 1930, I, s. 294 vd.; kısaca hayatı için bkz. C. E. Seybold, İslam Ansiklopedisi, V'2, s. 936-937; Van de vrin, Travellers, II, s. 534-537.

5- İdrisi, Geographie d'Edrisi, (çev. P. A. Jaubert) Paris 1836-1840, II, s. 298-299; tıpkıbasımı Islamic Geography, III, Frankfurt a. M. 1992. Kısaca hayatı hakkında bkz. İbrahim Kafesoğlu, İslam Ansiklopedisi, V-2, s. 708-711; ayrıca bk. Van de Vrin, Travellers, II, s. 523-526.

6- Les Voyages d'Ibn Battoutah, (Çev. C. Defremery-B. R. Sanguinetti), Paris 1853-1858, II, s. 412 vd.; tıpkıbasımı Paris 1968; Voyages, (çev. St. Yerasimos), Paris 1982; Ing. The Travels of Ibn Batuta (Çev. H. A. Gibb), London 1958, daha baskıları da var. Van de Vrin, Travellers II, s. 567-573. Çok yıl önce Türkçe tercümesi Mehmed Şerif Paşa tarafından yapılmış, Seyahatname-i İbn Battuta, İstanbul 1333, fihristi (indeks) ayrıca 1338'de yayınlanmıştır. Bu seyahatnamenin yeni yazı ile basılmış kısaltılmışı da vardır.

7- Zeki Velidi Togan, "Hamdullah Mustevfi", İslam Ansiklopedisi, V'1, s. 186-188; Abdülkerim Özaydın, Hamdullah el-Müstevfi, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, XV, s. 454-455; G. Le Strange (çev.), The Geographical Part of Nuzhat al-Qulub (E:J:W: Gibb, Memorial Series, XXIII' 1 ve 2, Leiden-London 1915-1919, s. 247 ve 263; yeni tıpkıbasımı, Frankfurt 1993.

8- El-Verdi'nin eseri Kahire'de 1206'da ve 1324, 1328 yıllarında yayınlanmıştır. İstanbul hakkında anlattıkları için bkz. F. Taeschner, "Der Bericht des arabischen Geographen İbn al-Wardi über Konstantinopel", Beitrage zur historischen Geographie, Kulturgeographie, Etnographie und Kartogeographic vornehmlich des Orients-Festschrift E. Oberhummer, Leipzig-Wien 1929, s. 84 vd.; ay. yazar, "Ein altosmanischer Bericht über das vorosmanische Konstantinopel" Annali del R. Istituto Superiore Orientale di Napoli, yeni dizi I (Roma 1940) s. 181-189. Ayrıca bkz. Van de Vrin, Travellers, II, s.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder